18 Aralık 2017 Pazartesi

İŞ, AŞ, TAŞ...


İnsan olarak Dünya üzerinde yer almaya başladığımızdan bu yana şekilleri değişse de bizim de tüm canlılar gibi temel bir davranış biçimimiz var: "Hayatta Kalmak". Bunun için de dönemin şartlarına uygun bir yol seçeriz.

Yaşadığımız gezegenin çeşitli bölgelerinde yaşanan savaşları, iç çekişmeleri, coğrafi yoklukları ve bunlara benzer durumları göz ardı eder; kırsal alanda üretim yapanları da bir kenara alıp ve günümüz kentsel yaşamına doğru sınırları çekersek elimizde belli bir insan sınıfı olur ki bunu biraz daha sınırlayıp beyaz yakalılara ve ofis çalışanlarına kadar da daraltır isem sanırım anlatmaya çalışacağım grubu tam olarak kapsayacaktır.

Evet başta ne dedik? "Hayatta Kalmak"

Bir şehirde ya da büyük bir kasabada yaşıyor iseniz, bir savaşta ya da benzer durum içinde de değilseniz, ciddi bir sağlık engeliniz de yok ise; bunun en baş şartı bir İŞ ve dolayısı ile sahibi olmanızdır.  Böylece bir barınak garantiniz de vardır artık. Hayatın olmazsa olmaz şartlarından biri değil ise de zamanı geldiğinde ve aklınıza yatan, ruhunuza ve yolunuza uyan ya da öyle umduğunuz birisi ile de karşılaştı iseniz, evlenebilirsiniz de. Bizim gibi Doğu'ya ve Ortadoğu'ya daha yakın, ucundan da olsa bağlı ve dolayısı ile benzer örf ve gelenekleri yaşayan toplumlarda her ne kadar kadının ekonomik alanda yer almak gibi bir kaygısı yok ise de günümüz şartlarında ve yüzünü daha Batı'ya dönmüş aileler içinde kadınların da eğitim ve kariyer önceliği evlenmenin ve çocuk sahibi olmanın da ilerisindedir. Şükür ki.

Eh o zaman işi, aşı ve dolayısı ile devamında gelen hayat koşullarını ayarladık. Rahat bir nefes alabiliriz... mi acaba?
Peki bu yazının başlığındaki TAŞ ne mi? Eveeet gelelim konunun en can alıcı yerine. Yıllarca okudunuz, alabildiğiniz en iyi eğitime ulaşmaya çalıştınız, aylarca belki de yıllarca uğraşıp bir yere kapağı atmaya çalıştınız. Ve sonunda o işi buldunuz dolayısı ile aş ve barınak da tamam. Eh artık "Hayatta Kalma" durumunu bir şekilde garanti ettiniz... yine soruyorum: "mi acaba?" Yoksa her şey şimdi mi başlıyor?

İşe girilen o ilk gün, hatta sonraki yakın günler de dahil neşelidir, heyecanlıdır, sevinçlidir vb. Ama sonra bir şeyler olmaya başlar.  Adeta kayarcasına, uçarcasına ilerlediğiniz yollarda bir sendeleme, takılma, tökezleme hissi başlar. Bir gariplik vardır. Bir mutsuzluk, sıkıntı halleri. Müjde TAŞ'la tanışma zamanı! Hatta TAŞLARLA... Hayırlı olsun!

İş hayatı, taşlarla, kayalarla, çukurlarla dolu bir savaş alanıdır. Yeni bir "Hayatta Kalma" mücadelesine hoş geldiniz! :)

Biyolojik anlamda "Hayatta Kalmak" için aslında yapılacaklar çok da öyle 'atla deve' şeyler değildir deyim yerinde ise... Yani aç kalmayacak şekilde beslenebilmek, gıdaya ulaşabilmek, temiz suya erişebilmek, çeşitli tehlikelerden uzak kalacak barınaklara sahip olmak ve benzeri.  Aslında insanın temel ihtiyaçları bu kadar da basit ve yalındır. Bakmayın Kapitalist düzenin bize pompaladıklarına. Örneğin; 350m'2 eviniz yok diye ölmezsiniz. Ya da her gün avakado  veya istakoz yemediniz diye de... Belki 150 adet ayakkabınız yok diye de... Kullandığınız telefonun son model olmasına da bağlı değildir, arabanızın en markalısından olmasına da. Bunu abartan bizler ve aslen bize dayatılan tüketim çılgınlıklarıdır. Gözümüz hep yan masada, ötekinin tabağında, diğerinin yaşantısında, sahip olduklarında takılıp kalınca hele bir de "aman kim ne der" kaygısına da kapılmış iseniz "yaşasın!" diye el çırpan Kapitalist Patronlar'ın değmeyin keyiflerine...
Artık her iki senede bir değiştirilen salon takımları mı, sonbahar ve ilkbahar modasını yakından takip etmek mi, daha çıktığında eskimiş olan bir elektronik cihazın ki bu özellikle bir akıllı telefondur peşinden koşmak mı, iki üç yılda bir otomobil değişme telaşına girmek mi... çoğaltabilirsiniz bu örnekleri ben sizi tutmayayım... Hem de kadın erkek hatta çocuk demeden.

Ben buradaki ayrımın "kendim için mi elalem için mi" sorusunda çok önem kazandığı fikrinde olanlardanım. Ki burada bile kendi zevkimiz için de olsa "Hayatta Kalmamız" o ürünün varlığına bağlı değildir. Unutmamamız gereken en önemli nokta budur. Sonrası çok kolay zaten. Dertlerimiz (!) anında azalıverir. Deneyin, göreceksiniz.

Şimdi bu Kapitalist Düzen tüketimi arttırmak ve sürekli tutmaktan başka bir şey daha yapar ki bence insan açısından konumuzun en can alıcı yeri de burasıdır. "Rekabet"

"Rekabet" duygusunu yaratmak ve bunu ayakta tutmak bu düzenin ve tabii ki değerli patron camiasının en önemli hedeflerindendir. Bir iki akşam önce bir tartışma programında duyduğum cümle gerçekten çok etkiledi beni. Şöyle tanımladı uzman "Günümüzde birilerimiz birilerinin daha güzel vakitler geçirebilmesi için zamanlarımızı harcıyoruz. Kapitalist düzen tam da bunu yapmaz mı?" 
Ne kadar doğru bir tanımlamaydı bu. Çalışanlar genellikle patronları, işverenleri daha iyi ve kaliteli vakitleri çoğaltabildikleri bir hayata sahip olsunlar diye kendi zamanlarını harcarlar. Hemen karşı çıkmayın, tepki vermeyin, sakince arkanıza yaslanıp bir daha düşünün. Siz mi daha iyi şartlara sahipsiniz şirket veya iş yeri sahipleriniz mi? Örneğin kim daha esnek saatlere ya da daha fazla gelire sahip? :)

Rekabeti perçinlemesi için hayata geçirilen bir unsur da Performans Değerlendirme! Sizi uzun bir engelli yarışa sokar. 'Hadi bakalım arkadaşlar, bu yıl en çok kim çalışmış, hedeflerimize ulaşmış, büyümemize yardımcı olmuş puanlayacağız, zamlarınızı da terfilerinizi de buna göre ele alacağız...Hazır, başla!"

Duydunuz zilin sesini...

İşte böyleye başlayan yarışta artık ayağınıza taş mı takılır kaya mı, yolunuza çivi mi döşenir her ne yapılırsa artık "kural yok" kıyasıya bir rekabet başlar. Tabii devamında yıpranma, ruhsal çöküntüler, stres ve saire daha bir çok sorunu da beraberinde getirir. Çoğu zaman sadece iş yaşamında değil yakın çevresinde de yıkıp dökmelere neden olan bir durum da olabilir içinde. Yani, kısaca, çok da uzatıp, sıkmayayım sizi...insan hayatını ciddi şekilde etkileyen "İş Dünyası" içinde yoğrulup gidersiniz. Ama hakkını vereyim çok iyi yapılan bir şey daha vardır iş verenler tarafından : Ara ara çalışanları motive edecek ve iyi hissettirecek ödüller vermek :) Dolayısı ile tamamı ile bu savaşın içinde boğulduğunuzu hissetmez, size daha da refah ve yükselme getirecek o "Kariyer Hedefinize" doğru yaklaştığınızı uma uma devam edersiniz. Eh umut fakirin ekmeği, belli mi olur? Artık savaş alanınızda o yönetime daha yakın biri akraba, eş dost ve benzeri kendi çıkarına uygun biri yok ise belki bu hedefe de ulaşırsınız. Ha gayret!

Bunu biz zavallı insana yapan kim? Tabii ki herşey sanayi devrimiden sonra başladı. Tarımla yerleşik düzene geçen hele de avcı toplayıcı olan insanın böyle hırsları, dertleri var mıydı? Yoktu. Sanayi devrimi patronlar ve iş sahipleri yarattı, onlara para gerekiyordu dolayısı ile işlerinin devam etmesi. Ama üretilen ürün bir şekilde tüketilmeli idi de. Sonrasını biliyorsunuz taa günümüze kadar uzanan bu tüketim çılgınlığı çeşitlendi de çeşitlendi, allanıp pullandıkça pullandı. Öyle ki artık kullanım ömürleri baştan belli eşyalar üretiliyor. Ne diyorlar "İnsanın ihtiyaçları sonsuzdur" Hadi canım! İnsanın temel ihtiyaçları çok basit işte "gıda-su, barınak, uyku, üreme, dışkılamak" Hatta şimdi biliyoruz ki bağırsaklarımız herşeyden değerli.

Evet, çalıştığınız için daha iyi hayat şartlarına kavuşuyor olabilirsiniz, ama hiç bir zaman emeğinizin de harcadığınız vakitlerin de tam karşılığı değildir. Siz sadece size -ki çoğu zaman bu da kısıtlanır- hak olarak verildiği öne sürülen iki günlük hafta sonu ya da genelde bir haftalık yıllık izinlerinizde kavuşacağınız rahat zamanların hayali ile haftalarca çalışıp çabalarsınız.

Ama günün sonunda geldiğimiz nokta evet yaşamak için çalışmak gerek ve bazı durumları göz ardı etmek zorundayız vs vs vs... Bu arada güncel bir haber, Türkiye'de çalışanların %40'ı asgari ücretli imiş. Allah yardımcıları olsun.

Biz yine İŞ, AŞ ve TAŞ üçlememizdeki TAŞ'a dönelim.

Evet hevesle, sevinçle başladığımız iş hayatı bir anda sıkıntılı, tökezlemeli bir hal mi aldı? Ne demiştik "hayırlı olsun TAŞ'la, TAŞLARLA tanıştınız"

Kim mi koyuyor yolunuza bu taşları? Çoğu zaman yakın iş ve mesai arkadaşlarınız, bazen yöneticileriniz. Neden mi? Basit bir yanıtı var : "REKABET"

İş Dünyası, hayatta kalma savaşının en zorlu ve çetrefilli alanıdır günümüz insanı için. Dedik ya biyolojik olarak hayatta kalma şartları çok basittir. Biraz yemek ve su. Ama iş alanı böyle mi? Öyle anlar gelir ki sağlığınızdan da huzurunuzdan da kimi zaman sevdiklerinizden ve ailenizden bile olacak boyutlara getirir sizi. Çünkü size pompalanan şeyler vardır. Yani rekabet etmelisinizdir. Çünkü yükselmeniz lazım, böylece daha çok kazanacaksınız ve hayat şartlarınız yükselecek. Yani, hani yokluğu bizi öldürmeyen ama kapitalist düzenin pompaladığını söylediğimiz unsurlar vardı ya. Hah işte onlara ulaşacaksınız : 350m2 ev, lüks araba, 150 çift ayakkabı, marka kıyafetler, son model telefon, beş yıldızlı bir tatil... Sayın sayın hadi sizi duyar gibiyim... Ha tabii çocuk var ise eğer onların oyuncakları, bisikletleri hani arkadaşlarında var ya... Bir de okulları, özel ve paralı olacak. Hadi devam edin sayın sayın...

Ne kadar sayarsanız sayın vardığımız nokta bunların hiç birinin insanın Biyolojik anlamda "Hayatta Kalma" dürtüsüne hizmet etmediğini göreceksiniz. İtirazlarınızı da duyuyorum, tepkilerinizi de. Haklı da olabilirsiniz. Ama biraz üzerine düşününce aslında bunların tamamının kocaman bir Kapitalist Düzen Pompalaması olduğunu er ya da geç kabul edeceksiniz dostlar.

Etmeseydiniz emekli olduğunuzda - ki daha erken yapabilen şanslı aymışlara da selam olsun - her şeyi bırakıp kırsala, doğaya kaçmazdınız. Hayaliniz de bu olmazdı. Ne oldu şimdi kırsalda 500 değil de 50m'2 evdesiniz, kapısında da lüks bir otomobil yok diye öldünüz mü? Ya da yakınlarda koca bir AVM? En pahalısından ünlü bir restoran, marka mağazalar ve benzerleri yok diye öldünüz mü? Hayır! Aksine hayatınız sadeleştikçe ve basitleştikçe gördünüz ki daha iyisiniz, ruh sağlınız da düzeldi beden sağlığınız da. Anlamsız kavgaları, hırsları hayatınızdan attınız çünkü. Artık her gün nasıl temizleyeceğim bunları diye düşündüğünüz TAŞ'lar ayağınıza takılmıyor. Takılan tek taş ufak tefek doğal taşlar belki gündelik yürüyüşler yaptığınız patikalarda.

Şimdi diyeceksiniz ki " E ne yapalım çalışmamız lazım" Doğrudur. Ben de çalıştım vakti zamanında. Ama emekli olmaya hak kazandığımda derhal bunu hayata geçirdim. Aksine çalışmaya devam etseydim kazancım ikiye katlanacaktı  ama ruhen ve yaşamsal olarak benden aldıklarını terazinin diğer kefesine koyduğumda yarı kazanç ama tam tatmin içeren ÖZ hayatıma sahip olmanın değeri ve ağırlığı diğerinden çok çok fazla çekti.

Seslerinizi hala duyuyorum. "Bekara boşamak kolay" türünden deyimlerle, şöyle böyle kendinizce karşı tezlerinizi, savlarınızı sıralıyorsunuz. Ben kimseye çalışmayın demiyorum, yanlış anlaşılmasın lütfen. Hatta bu hırslardan, stresten beslenen, böyle yaşamayı seven insanlar da var biliyorum. Dert sadece hayat savaşı değil, onlar böyle yaşayabiliyorlar. Ayrı bir durum.

Evet, günümüz dünyasında çalışmak, para kazanmak ve bir şekilde hayatımızı idame ettirmek zorundayız. Ben sadece diyorum ki pompalanan Kapitalist hedeflere kapılıp da sağınızı solunuzu yıkmayın. Hırslarınızın esiri olmayın. Bunu zamanında en ağırından yaşamış biri olarak -ki ben de kırıp dökmüşümdür- değmez. Yukarı da da belirttim; emekliliğe, iş hayatı için çok erken denecek bir yaşta hak kazanmış olmama ve devam etseydim olduğumdan iki üç kat daha fazla maddi refaha ve kazanca sahip olacağımı bildiğim ve çok da önemli-iyi bir firmada çalıştığım halde "bu bana yeter" diyerek Savaş Alanını, kırmaları-dökmeleri TAŞLARI başkalarına bırakıp, çekildim. Unutmadan hiç böbürlenip, hüsnü zanlara da kapılmayın, iş hayatında yeri dolmayan da yoktur, işler hep yürür :)

Ne demiştim; değmez.
Çünkü temel güdümüz olan "Hayatta Kalma" dürtümüz gerçekte bunlara bağlı değil. Anadolu insanını izlerim bazen belgesellerde, "alış veriş-para bilmeyiz, dağdan bahçeden toplar yemeğimizi yaparız" diyorlardı kadınlar bir keresinde. Hani Ata'mızın "Milletin efendisidir" dediği köylüler ki çok da doğrudur. Onlar olmasa açız.

Ne diyordum. Hırsları, kavgaları, kırmaları, dökmeleri bırakın...
Memur olun yeter. Valla!

Ne demek mi istiyorum. Hiç unutamadığım bir diyalog var. İp ucu vermeyeceğim. Ama bir grup çalışan arasında bir buluşma toplantısı sırasında şöyle bir cümle duyulur "Amaan benim bunlarla işim yok, müdürmüş, amirmiş, terfi alacaklarmış, didinip - didişip duruyorlar. Ben memurum. Sabah işe giderim, akşam bitirir saatinde çıkarım. Ay hiç uğraşamam"

O da yaşıyordu. Ölmemişti yani. Diğerleri ondan bir ki kademe yüksek diye hayatında eksilen şeyler ufak tefek maddiyatlardı belki ona göre... Kimilerine göre de bunlar çok daha önemli olabilir. Her fikre saygım sonsuz. Ama o kişinin terazisinde de ağır çeken taraf belli ki iç huzuru, ruh ve beden sağlığı, ailesine-çocuklarına-sevdiklerine ayırdığı kaliteli zaman vb. 

Benim de tek derdim bu...

İlla herkes CEO, GM, GMY ve benzeri ünvanlara sahip olmak zorunda değil, illa Profesör ve saire akademik ünvanlara da, illa zengin olmak zorunda da değiliz ki "zenginlik" de görecelidir... İlla büyük şehirlerde, hayatın çok zor olduğu bölgelerde de büyük hayatlar yaşamak zorunda da değiliz. Bunlar bizlerin seçimleri. Ne derler "Büyük başın derdi de büyük olur" 
Yani yaşadıklarımız yaşamak istediklerimizin getirisi ve sonucudur. En azından şikayet etmeyelim.

Dürüstçe ve kimseye TAŞ olmadan, kırıp dökmeden, yıpranmadan ve kendimizden-kişiliğimizden kaybetmeden çalışmalarımız, çabalarımız kendiliğinden istediğimiz sonuçları veriyor ise ne ala...devam.

Amaç gerçekten ama gerçekten   Dünya üzerinde insanca "Hayatta Kalmak" ise Ünvanların, Mevkilerin bununla alakası yoktur gelin dürüstçe itiraf edelim.  Ve unutmayın "olacak olan olur"

Hırslardan, anlamsız çekişmelerden, ayak kaydırmalardan, yollara TAŞ olmaktan uzak, İnsanca, değerli vakitler ve hayatlar dileği ile şimdiden İYİ YILLAR! ve Tabii ki SAĞLIKla. Çünkü ne demiş Muhteşem Süleyman yani Kanuni bile : "Halk içinde muteber bir nesne yok Devlet gibi. Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. "



















SESSİZLİĞİN

24.Nisan.2009 Beni, Bu sessizliğin çıldırtıyor en çok Bir çıkıp bir kayboluşun Kasımda buluta giren güneş gibi Üşütüyor yokluğun