3 Şubat 2010 Çarşamba

Karanlıkta Yemek

Karanlıkta Yemek - "Kör Fotoğrafçılar Projesi"

Siz hiç karanlıkta, görme engelli garsonların servis yaptığı bir ortamda yemek yediniz mi? Yolunuzu, masanızı ve sandalyenizi o garsonun omuzunu tutarak bulmanın nasıl bir duygu olduğunu biliyor musunuz? Ben biliyorum... Ve soruyorum şimdi:
"Bakıyoruz ama görüyor muyuz?" "Elimizdekilerin ne kadar farkındayız?"

Çok enteresan bir deneyim yaşadım ben o akşam. Özel hazırlanmış zifiri karanlık o ortamda görme engelli bir garson eşlik etti bize. Masamı ve sandalyemi onun sayesinde buldum, tabağımı, çatalımı, bardağımı da. Yerlerini o tarif etti. Ellerimi kucağımdan biraz yukarı kaldırdığımda peçeteyi bulacağımı, onun üzerinde servis tabağımın, bu tabağın sağında iki bıçak ve solunda iki çatal bulunduğunu, bıçakların hemen yukarısında duran kadehlerden büyük olanın su, küçük olanın da şarap için olduğunu, tabağın önünde tatlı kaşığı, onun biraz ötesinde de tuzluk ve karabiberlik bulunduğunu anons ediyordu bir kadın sesi; garsonumuz Gökhan el yordamı ile onları algılamama yardımcı olurken.

Masada karşımda oturanların kim olduğunu bilmiyordum. Her türlü tehlikeye açık ve savunmasızsınız. Ürkektim bu yüzden. Size biri dokunmadan, bir ses duymadan nerede ve kimlerle olduğunuzu anlamanıza imkân yok. Ne yediğinizi görmüyorsunuz, ne içtiğinizi de... Sadece adlarını biliyorsunuz. Yemeğiniz ya da içkiniz bittiğinde elinizi kaldırıp işaret etmenizin bir anlamı yok. Seslenmek durumundasınız. Seslendim ben de "Gökhan Bey!" masanın civarında değilse cevap alamıyorsunuz, yani etrafta size yardım edecek biri yok. Çaresizce bekliyorsunuz. Bekledim... Bir süre sonra yanınıza geliyor, ya biten servisinizi alıyor ya da bir şeye ihtiyacınız var mı onu soruyor ve uzaklaşıyor. ( Öyle olduğunu düşünüyorsunuz, çünkü göremiyorsunuz.) Sonra dolu bir tabakla geri geliyor. İçkiniz bitmiş, kadehiniz boş ise onu tazeliyor. Mönüde önce salata, ardından ana yemek, sonra tatlı en sonunda da kahve vardı: Balzamik, nar ve ceviz soslu, ıspanaklı salata / Pırasalı,mantarlı ve parmesanlı tavuk rulo / yedi baharatlı, beyaz soslu, havuçlu, kerevizli pilav/ Sakızlı muhallebi taze frenk üzümlü karamel soslu / Kahve.

Ama ben tabağımda bunların olduğunu anlayamadım. Çatalıma denk gelenleri yemek zorundaydım. Görüntüyü bilmiyordum. İçinde saç, böcek vb bir şey olduğunu anlama şansınız yok... Önce bir parça tavuğu çatalınıza alıp ağzınıza götürme şansınız olmadığı gibi...

Aydınlık bir ortamda olsaydım, çok daha farklı olurdu. Salatama tuz atamadım, çok sevdiğim halde pilava karabiber de. Elimde olana, algılayabildiğime ve bana sunulana razı ve muhtaçtım. Ekmeği yanımda oturan arkadaşım vermeseydi onu da yiyemezdim. Çatalıma tavuk alıp ağzıma götürmek istediğimde pilavla karşılaştım, bir sonraki denememde sebze ve nasılsa tavuğa denk geldim en sonunda. Tabağımda her şey birbirine karıştı.

Parmak uçlarımın, dokunmanın kıymetini anladım, çünkü dokunup hissettikçe görebiliyordum ve etraf şekilleniyordu... Duymanın değerini de biliyorum, duydukça güvendeydim... Konuşabilmek, tad alabilmek aynı derecede önemli duyularım, bunu artık çok daha iyi biliyorum. Bir şey daha biliyorum: Böyle zamanlarda size uzanan, yol gösteren yardım elinin ne kadar KIYMETLİ olduğunu...

Ben o gece çok ilginç ama bir o kadar da duygusal bir deneyim yaşadım. Ürkektim ve de çekingen... Yerimden kalkamadım. Bir ara ağlamak istedim. Görmeyenlerin neler hissedip, yaşadıklarını az da olsa anlamış olmanın sebep olduğu göz yaşlarıydı onlar. Kör olmanın, görememenin ne demek olduğunu ve aslında bakıp da göremediğimizi ve en önemlisi de elimizdekilerin kıymetini hiç bilmediğimizi ve yersiz, gereksiz, saçma sapan şikayetlerle yaşadığımızı hissettim. Oradan çıktığımda, tanıdığım insanları ilk defa görüyor gibiydim, cisimleri ve görüntüleri algılamak konusunda sıkıntılar yaşadığımı ayrımsadım. Tüm sağlıklı duyularımı şükür ederek öpüyorum bu akşam. Onları seviyorum, kendimi de...

Siz de sağlığınıza, bunu size bahşeden Allah'a şükür edin. Ve bir kere durup düşünün: Dert ettiklerimiz aslında ne kadar DERT, ne kadar ÖNEMLİ? Gözünüz, kulağınız, diliniz, elleriniz, burnunuz ya da diğer organlarınız veya sağlığınız ve hayatınız kadar mı? Baştaki sorumu yineliyorum "Bakıyoruz ama GÖRÜYOR muyuz" "Elimizde olanların kıymetini biliyor muyuz?"
Gözlerinizi kapatın... Bir daha düşünün!

Ve engelli olanlara yapacak, onlara destek olacak bir şeyiniz mutlaka vardır. Harekete geçin! En azından ön yargılarınızdan sıyrılın... Unutmayın, her an her şey bizim de başımıza gelebilir. Yukarısı ile, Allah ile yapılmış bir anlaşmamız, elimize verilmiş bir garanti belgesi yok! Hepimiz insanız, eşitiz... "Bana olmaz" demeyin...

Bu eşsiz deneyimi yaşamama vesile olan, sevgili arkadaşım Ayşenur Yazıcı'ya, Galata Diyalog Derneğine, bizimle yakından ilgilenen Sn Serhan Aktan'a, garsonumuz Gökhan'a, Kör Fotoğrafçılar projesinin yönetmeni Sn Nuri Kaya'ya, emeği geçen herkese sonsuz ve yürekten teşekkür ediyorum... http://www.blindphotographers-project.org/ http://www.karanliktayemek.com/

Neslihan Şadan BAĞDİKEN



-->
 2011yılında çıkmış olan "Bedenim Bana Ait" kitabımdan bir bölüm. 
                       ***

Engellilerin en büyük derdiydi çünkü: Diğerleri tarafından hep ötekileştirilmek… Görmüyor diye sanki onların yaptığı hiçbir şeyi yapamazmış, yapmaya hakkı yokmuş gibi davranılmak. Uzak tutulmak hayattan. Çalışma imkânı tanınmamak… Oysa sadece göremiyordu o. Aklı, duyguları, bedeni ile diğerlerinden farkı yoktu ki. Onlar da öğrenebilir, aynı okullara gidip aynı branşlarda uzmanlaşabilir; öğretmen, bilim adamı, avukat olabilirlerdi. Gerekli şartlar ve fırsatlar tanındığında çok şeyi başarabilirlerdi. Tıpkı Helen Keller gibi.
Annesi nasıl da uğraşmıştı inatla. Kör bir çocuğa sahip olmanın şokunu atlatmayı başarıp, o yılların imkânları ile oğluna yardımı olacak her bilgiyi çölde suya aç biri gibi kana kana içmişti. En çok Hellen Keller’in hayatı etkilemişti kadını. Görme ve işitme engelli kızın, ailesi sayesinde nasıl dünyaca tanınan başarılı bir insana dönüştüğünü okumuştu edindiği kitaplardan. Onun 1800’lü yıllarda yaptığını kadın niye yapamayacaktı ki? Gerçi bulunduğu ülkenin olanakları çok zayıftı bu konuda ama o mazeretlerin ardına sığınmayacaktı bir anne olarak. Sığınmamıştı da. Çoğu aile, çocuklarının bu hallerinden yok yere utanıp, kendilerini suçlayıp ve bazen de onları eve kapatmayı tercih ederken; Sabiha Hanım bu olguyu kabullenmeyi başarıp, biricik evladı için elinden geleni yapma yolunu seçmişti. Kısa zaman içinde görmüştü ki eğer üzerinde durulursa, neredeyse hayatının her anında kimseye ihtiyaç duymadan yaşayabilecek duruma gelebilirdi Mehmet. Öyle de olmuştu.
Ona yardımı olabileceğini düşündüğü her yola başvurmuştu kadın. Körler Derneği bu konuda neredeyse kurtarıcı gibi yetişmişti imdadına. Oradaki uzmanlarla görüşüyor, yayınlarından faydalanıyor ve oğlunu hayata hazırlamak için ne bilgi gerekli ise edinmeye çalışıyordu. Ona ilk önerilen, çocuğundan beklentilerini fazla yüksek tutmamasıydı. Ve gelişimindeki olası aksaklıkları da hemen görme engelli oluşuna bağlamaması gerekiyordu. O araştırmaları sayesinde öğrenmişti ki görmediği için 0-3 yaş arasındaki bir çocuğun zihin ve dil gelişimi diğerlerinden biraz daha farklı oluyordu. İşitsel ve dokunsal öğeler en önemli unsurlardı bu eğitimler esnasında.
Örneğin, mümkün olduğunca ses çıkaran oyuncaklar almıştı ona, dikkatini bunlara vermesini ve kendi başına sesi takip ederek nesneleri bulmasını sağlamaya çalışıyordu. Başını yukarıda tutmasını benimsetmek için sürekli yüz üstü yatırıp, kendi daha yüksek bir yerden onunla konuşuyor ve sesin geldiği yöne kafasını kaldırmasını belletiyordu. İşinin kolay olmadığını biliyordu ama bir kere durumu kabullenmiş ve yapması gerekeni ilke edinerek bu yola baş koymayı seçmişti. Madem Allah böyle istemişti evladını yarı yolda bırakmayacaktı.
Uzmanların söyledikleri arasında onu en çok etkileyen “Onun dünyası kolunun uzanabildiği yerle sınırlıdır” cümlesi olmuştu. Bu nedenle emekleme safhasına gelmesi gören bebeklerden çok daha uzun zaman almıştı. Diğerleri görebildikleri için nesnelere ulaşmaya çabalıyor ve böylece emeklemeleri kolay oluyordu, oysa sadece dokunduğunu algılayabilen bir çocuğun emeklemesini sağlamak daha büyük uğraşlar gerektiriyordu.
“Sizin gözetiminizde çekmeceleri, dolapları boşaltıp yeniden düzenlemesine izin verin,” demişlerdi kadına. Kısa bir süre sonra Mehmet kendi giysilerini bulmayı öğrenmişti. Farklı boyutlarda kâğıtları kesmeyi, katlamayı, onlardan şekiller yapmayı da. Bütün nesneleri; kumaşları, geometrik şekilleri istisnasız tanıtmıştı ona kadın. Bıkmadan usanmadan tek tek hepsinin neler olduğunu tarifliyor, oğlunun bunlara dokunmasını istiyor böylece bu nesneleri tanımasını ve algılamasını kolaylaştırmaya çalışıyordu. Doldur boşalt oyunları yaparak aradaki farkları anlamasını sağlamıştı. Parmak uçlarının gözlerinin yerine geçebildiğini anladığında hem şaşırmış hem de mutlu olmuştu bundan. Çünkü onu eğitmeye çalıştıkça görmeyenlerin yapabilecekleri hakkında daha çok şey anlıyor, anladıkça da içi rahatlıyordu. Sık sık dışarı da çıkartırdı onu. Etrafı, sesleri, rüzgârı algılayabilmesi için sürekli konuşur, çevresini tanımlardı çocuğa. O yıllarda bütün imkânsızlıklara rağmen çok yol kat etmiş kimselerin, varlığından bile haberdar olmadığı Görme Engelliler İlköğretim Okulu’nu bulup oğlunu kaydettirmeyi de başarmıştı.
--> Evet, annesi ve büyüdükçe okullarda aldığı eğitimler sayesinde hemen her nesneyi tanıyor, somut ya da soyut olguları ayırabiliyor, neredeyse tüm tatları biliyordu. Ama az önce Hülya sayesinde yaşadıklarını ne kadar uğraşsa tanımlayamıyordu beyni.   

SESSİZLİĞİN

24.Nisan.2009 Beni, Bu sessizliğin çıldırtıyor en çok Bir çıkıp bir kayboluşun Kasımda buluta giren güneş gibi Üşütüyor yokluğun