18 Aralık 2017 Pazartesi

İŞ, AŞ, TAŞ...


İnsan olarak Dünya üzerinde yer almaya başladığımızdan bu yana şekilleri değişse de bizim de tüm canlılar gibi temel bir davranış biçimimiz var: "Hayatta Kalmak". Bunun için de dönemin şartlarına uygun bir yol seçeriz.

Yaşadığımız gezegenin çeşitli bölgelerinde yaşanan savaşları, iç çekişmeleri, coğrafi yoklukları ve bunlara benzer durumları göz ardı eder; kırsal alanda üretim yapanları da bir kenara alıp ve günümüz kentsel yaşamına doğru sınırları çekersek elimizde belli bir insan sınıfı olur ki bunu biraz daha sınırlayıp beyaz yakalılara ve ofis çalışanlarına kadar da daraltır isem sanırım anlatmaya çalışacağım grubu tam olarak kapsayacaktır.

Evet başta ne dedik? "Hayatta Kalmak"

Bir şehirde ya da büyük bir kasabada yaşıyor iseniz, bir savaşta ya da benzer durum içinde de değilseniz, ciddi bir sağlık engeliniz de yok ise; bunun en baş şartı bir İŞ ve dolayısı ile sahibi olmanızdır.  Böylece bir barınak garantiniz de vardır artık. Hayatın olmazsa olmaz şartlarından biri değil ise de zamanı geldiğinde ve aklınıza yatan, ruhunuza ve yolunuza uyan ya da öyle umduğunuz birisi ile de karşılaştı iseniz, evlenebilirsiniz de. Bizim gibi Doğu'ya ve Ortadoğu'ya daha yakın, ucundan da olsa bağlı ve dolayısı ile benzer örf ve gelenekleri yaşayan toplumlarda her ne kadar kadının ekonomik alanda yer almak gibi bir kaygısı yok ise de günümüz şartlarında ve yüzünü daha Batı'ya dönmüş aileler içinde kadınların da eğitim ve kariyer önceliği evlenmenin ve çocuk sahibi olmanın da ilerisindedir. Şükür ki.

Eh o zaman işi, aşı ve dolayısı ile devamında gelen hayat koşullarını ayarladık. Rahat bir nefes alabiliriz... mi acaba?
Peki bu yazının başlığındaki TAŞ ne mi? Eveeet gelelim konunun en can alıcı yerine. Yıllarca okudunuz, alabildiğiniz en iyi eğitime ulaşmaya çalıştınız, aylarca belki de yıllarca uğraşıp bir yere kapağı atmaya çalıştınız. Ve sonunda o işi buldunuz dolayısı ile aş ve barınak da tamam. Eh artık "Hayatta Kalma" durumunu bir şekilde garanti ettiniz... yine soruyorum: "mi acaba?" Yoksa her şey şimdi mi başlıyor?

İşe girilen o ilk gün, hatta sonraki yakın günler de dahil neşelidir, heyecanlıdır, sevinçlidir vb. Ama sonra bir şeyler olmaya başlar.  Adeta kayarcasına, uçarcasına ilerlediğiniz yollarda bir sendeleme, takılma, tökezleme hissi başlar. Bir gariplik vardır. Bir mutsuzluk, sıkıntı halleri. Müjde TAŞ'la tanışma zamanı! Hatta TAŞLARLA... Hayırlı olsun!

İş hayatı, taşlarla, kayalarla, çukurlarla dolu bir savaş alanıdır. Yeni bir "Hayatta Kalma" mücadelesine hoş geldiniz! :)

Biyolojik anlamda "Hayatta Kalmak" için aslında yapılacaklar çok da öyle 'atla deve' şeyler değildir deyim yerinde ise... Yani aç kalmayacak şekilde beslenebilmek, gıdaya ulaşabilmek, temiz suya erişebilmek, çeşitli tehlikelerden uzak kalacak barınaklara sahip olmak ve benzeri.  Aslında insanın temel ihtiyaçları bu kadar da basit ve yalındır. Bakmayın Kapitalist düzenin bize pompaladıklarına. Örneğin; 350m'2 eviniz yok diye ölmezsiniz. Ya da her gün avakado  veya istakoz yemediniz diye de... Belki 150 adet ayakkabınız yok diye de... Kullandığınız telefonun son model olmasına da bağlı değildir, arabanızın en markalısından olmasına da. Bunu abartan bizler ve aslen bize dayatılan tüketim çılgınlıklarıdır. Gözümüz hep yan masada, ötekinin tabağında, diğerinin yaşantısında, sahip olduklarında takılıp kalınca hele bir de "aman kim ne der" kaygısına da kapılmış iseniz "yaşasın!" diye el çırpan Kapitalist Patronlar'ın değmeyin keyiflerine...
Artık her iki senede bir değiştirilen salon takımları mı, sonbahar ve ilkbahar modasını yakından takip etmek mi, daha çıktığında eskimiş olan bir elektronik cihazın ki bu özellikle bir akıllı telefondur peşinden koşmak mı, iki üç yılda bir otomobil değişme telaşına girmek mi... çoğaltabilirsiniz bu örnekleri ben sizi tutmayayım... Hem de kadın erkek hatta çocuk demeden.

Ben buradaki ayrımın "kendim için mi elalem için mi" sorusunda çok önem kazandığı fikrinde olanlardanım. Ki burada bile kendi zevkimiz için de olsa "Hayatta Kalmamız" o ürünün varlığına bağlı değildir. Unutmamamız gereken en önemli nokta budur. Sonrası çok kolay zaten. Dertlerimiz (!) anında azalıverir. Deneyin, göreceksiniz.

Şimdi bu Kapitalist Düzen tüketimi arttırmak ve sürekli tutmaktan başka bir şey daha yapar ki bence insan açısından konumuzun en can alıcı yeri de burasıdır. "Rekabet"

"Rekabet" duygusunu yaratmak ve bunu ayakta tutmak bu düzenin ve tabii ki değerli patron camiasının en önemli hedeflerindendir. Bir iki akşam önce bir tartışma programında duyduğum cümle gerçekten çok etkiledi beni. Şöyle tanımladı uzman "Günümüzde birilerimiz birilerinin daha güzel vakitler geçirebilmesi için zamanlarımızı harcıyoruz. Kapitalist düzen tam da bunu yapmaz mı?" 
Ne kadar doğru bir tanımlamaydı bu. Çalışanlar genellikle patronları, işverenleri daha iyi ve kaliteli vakitleri çoğaltabildikleri bir hayata sahip olsunlar diye kendi zamanlarını harcarlar. Hemen karşı çıkmayın, tepki vermeyin, sakince arkanıza yaslanıp bir daha düşünün. Siz mi daha iyi şartlara sahipsiniz şirket veya iş yeri sahipleriniz mi? Örneğin kim daha esnek saatlere ya da daha fazla gelire sahip? :)

Rekabeti perçinlemesi için hayata geçirilen bir unsur da Performans Değerlendirme! Sizi uzun bir engelli yarışa sokar. 'Hadi bakalım arkadaşlar, bu yıl en çok kim çalışmış, hedeflerimize ulaşmış, büyümemize yardımcı olmuş puanlayacağız, zamlarınızı da terfilerinizi de buna göre ele alacağız...Hazır, başla!"

Duydunuz zilin sesini...

İşte böyleye başlayan yarışta artık ayağınıza taş mı takılır kaya mı, yolunuza çivi mi döşenir her ne yapılırsa artık "kural yok" kıyasıya bir rekabet başlar. Tabii devamında yıpranma, ruhsal çöküntüler, stres ve saire daha bir çok sorunu da beraberinde getirir. Çoğu zaman sadece iş yaşamında değil yakın çevresinde de yıkıp dökmelere neden olan bir durum da olabilir içinde. Yani, kısaca, çok da uzatıp, sıkmayayım sizi...insan hayatını ciddi şekilde etkileyen "İş Dünyası" içinde yoğrulup gidersiniz. Ama hakkını vereyim çok iyi yapılan bir şey daha vardır iş verenler tarafından : Ara ara çalışanları motive edecek ve iyi hissettirecek ödüller vermek :) Dolayısı ile tamamı ile bu savaşın içinde boğulduğunuzu hissetmez, size daha da refah ve yükselme getirecek o "Kariyer Hedefinize" doğru yaklaştığınızı uma uma devam edersiniz. Eh umut fakirin ekmeği, belli mi olur? Artık savaş alanınızda o yönetime daha yakın biri akraba, eş dost ve benzeri kendi çıkarına uygun biri yok ise belki bu hedefe de ulaşırsınız. Ha gayret!

Bunu biz zavallı insana yapan kim? Tabii ki herşey sanayi devrimiden sonra başladı. Tarımla yerleşik düzene geçen hele de avcı toplayıcı olan insanın böyle hırsları, dertleri var mıydı? Yoktu. Sanayi devrimi patronlar ve iş sahipleri yarattı, onlara para gerekiyordu dolayısı ile işlerinin devam etmesi. Ama üretilen ürün bir şekilde tüketilmeli idi de. Sonrasını biliyorsunuz taa günümüze kadar uzanan bu tüketim çılgınlığı çeşitlendi de çeşitlendi, allanıp pullandıkça pullandı. Öyle ki artık kullanım ömürleri baştan belli eşyalar üretiliyor. Ne diyorlar "İnsanın ihtiyaçları sonsuzdur" Hadi canım! İnsanın temel ihtiyaçları çok basit işte "gıda-su, barınak, uyku, üreme, dışkılamak" Hatta şimdi biliyoruz ki bağırsaklarımız herşeyden değerli.

Evet, çalıştığınız için daha iyi hayat şartlarına kavuşuyor olabilirsiniz, ama hiç bir zaman emeğinizin de harcadığınız vakitlerin de tam karşılığı değildir. Siz sadece size -ki çoğu zaman bu da kısıtlanır- hak olarak verildiği öne sürülen iki günlük hafta sonu ya da genelde bir haftalık yıllık izinlerinizde kavuşacağınız rahat zamanların hayali ile haftalarca çalışıp çabalarsınız.

Ama günün sonunda geldiğimiz nokta evet yaşamak için çalışmak gerek ve bazı durumları göz ardı etmek zorundayız vs vs vs... Bu arada güncel bir haber, Türkiye'de çalışanların %40'ı asgari ücretli imiş. Allah yardımcıları olsun.

Biz yine İŞ, AŞ ve TAŞ üçlememizdeki TAŞ'a dönelim.

Evet hevesle, sevinçle başladığımız iş hayatı bir anda sıkıntılı, tökezlemeli bir hal mi aldı? Ne demiştik "hayırlı olsun TAŞ'la, TAŞLARLA tanıştınız"

Kim mi koyuyor yolunuza bu taşları? Çoğu zaman yakın iş ve mesai arkadaşlarınız, bazen yöneticileriniz. Neden mi? Basit bir yanıtı var : "REKABET"

İş Dünyası, hayatta kalma savaşının en zorlu ve çetrefilli alanıdır günümüz insanı için. Dedik ya biyolojik olarak hayatta kalma şartları çok basittir. Biraz yemek ve su. Ama iş alanı böyle mi? Öyle anlar gelir ki sağlığınızdan da huzurunuzdan da kimi zaman sevdiklerinizden ve ailenizden bile olacak boyutlara getirir sizi. Çünkü size pompalanan şeyler vardır. Yani rekabet etmelisinizdir. Çünkü yükselmeniz lazım, böylece daha çok kazanacaksınız ve hayat şartlarınız yükselecek. Yani, hani yokluğu bizi öldürmeyen ama kapitalist düzenin pompaladığını söylediğimiz unsurlar vardı ya. Hah işte onlara ulaşacaksınız : 350m2 ev, lüks araba, 150 çift ayakkabı, marka kıyafetler, son model telefon, beş yıldızlı bir tatil... Sayın sayın hadi sizi duyar gibiyim... Ha tabii çocuk var ise eğer onların oyuncakları, bisikletleri hani arkadaşlarında var ya... Bir de okulları, özel ve paralı olacak. Hadi devam edin sayın sayın...

Ne kadar sayarsanız sayın vardığımız nokta bunların hiç birinin insanın Biyolojik anlamda "Hayatta Kalma" dürtüsüne hizmet etmediğini göreceksiniz. İtirazlarınızı da duyuyorum, tepkilerinizi de. Haklı da olabilirsiniz. Ama biraz üzerine düşününce aslında bunların tamamının kocaman bir Kapitalist Düzen Pompalaması olduğunu er ya da geç kabul edeceksiniz dostlar.

Etmeseydiniz emekli olduğunuzda - ki daha erken yapabilen şanslı aymışlara da selam olsun - her şeyi bırakıp kırsala, doğaya kaçmazdınız. Hayaliniz de bu olmazdı. Ne oldu şimdi kırsalda 500 değil de 50m'2 evdesiniz, kapısında da lüks bir otomobil yok diye öldünüz mü? Ya da yakınlarda koca bir AVM? En pahalısından ünlü bir restoran, marka mağazalar ve benzerleri yok diye öldünüz mü? Hayır! Aksine hayatınız sadeleştikçe ve basitleştikçe gördünüz ki daha iyisiniz, ruh sağlınız da düzeldi beden sağlığınız da. Anlamsız kavgaları, hırsları hayatınızdan attınız çünkü. Artık her gün nasıl temizleyeceğim bunları diye düşündüğünüz TAŞ'lar ayağınıza takılmıyor. Takılan tek taş ufak tefek doğal taşlar belki gündelik yürüyüşler yaptığınız patikalarda.

Şimdi diyeceksiniz ki " E ne yapalım çalışmamız lazım" Doğrudur. Ben de çalıştım vakti zamanında. Ama emekli olmaya hak kazandığımda derhal bunu hayata geçirdim. Aksine çalışmaya devam etseydim kazancım ikiye katlanacaktı  ama ruhen ve yaşamsal olarak benden aldıklarını terazinin diğer kefesine koyduğumda yarı kazanç ama tam tatmin içeren ÖZ hayatıma sahip olmanın değeri ve ağırlığı diğerinden çok çok fazla çekti.

Seslerinizi hala duyuyorum. "Bekara boşamak kolay" türünden deyimlerle, şöyle böyle kendinizce karşı tezlerinizi, savlarınızı sıralıyorsunuz. Ben kimseye çalışmayın demiyorum, yanlış anlaşılmasın lütfen. Hatta bu hırslardan, stresten beslenen, böyle yaşamayı seven insanlar da var biliyorum. Dert sadece hayat savaşı değil, onlar böyle yaşayabiliyorlar. Ayrı bir durum.

Evet, günümüz dünyasında çalışmak, para kazanmak ve bir şekilde hayatımızı idame ettirmek zorundayız. Ben sadece diyorum ki pompalanan Kapitalist hedeflere kapılıp da sağınızı solunuzu yıkmayın. Hırslarınızın esiri olmayın. Bunu zamanında en ağırından yaşamış biri olarak -ki ben de kırıp dökmüşümdür- değmez. Yukarı da da belirttim; emekliliğe, iş hayatı için çok erken denecek bir yaşta hak kazanmış olmama ve devam etseydim olduğumdan iki üç kat daha fazla maddi refaha ve kazanca sahip olacağımı bildiğim ve çok da önemli-iyi bir firmada çalıştığım halde "bu bana yeter" diyerek Savaş Alanını, kırmaları-dökmeleri TAŞLARI başkalarına bırakıp, çekildim. Unutmadan hiç böbürlenip, hüsnü zanlara da kapılmayın, iş hayatında yeri dolmayan da yoktur, işler hep yürür :)

Ne demiştim; değmez.
Çünkü temel güdümüz olan "Hayatta Kalma" dürtümüz gerçekte bunlara bağlı değil. Anadolu insanını izlerim bazen belgesellerde, "alış veriş-para bilmeyiz, dağdan bahçeden toplar yemeğimizi yaparız" diyorlardı kadınlar bir keresinde. Hani Ata'mızın "Milletin efendisidir" dediği köylüler ki çok da doğrudur. Onlar olmasa açız.

Ne diyordum. Hırsları, kavgaları, kırmaları, dökmeleri bırakın...
Memur olun yeter. Valla!

Ne demek mi istiyorum. Hiç unutamadığım bir diyalog var. İp ucu vermeyeceğim. Ama bir grup çalışan arasında bir buluşma toplantısı sırasında şöyle bir cümle duyulur "Amaan benim bunlarla işim yok, müdürmüş, amirmiş, terfi alacaklarmış, didinip - didişip duruyorlar. Ben memurum. Sabah işe giderim, akşam bitirir saatinde çıkarım. Ay hiç uğraşamam"

O da yaşıyordu. Ölmemişti yani. Diğerleri ondan bir ki kademe yüksek diye hayatında eksilen şeyler ufak tefek maddiyatlardı belki ona göre... Kimilerine göre de bunlar çok daha önemli olabilir. Her fikre saygım sonsuz. Ama o kişinin terazisinde de ağır çeken taraf belli ki iç huzuru, ruh ve beden sağlığı, ailesine-çocuklarına-sevdiklerine ayırdığı kaliteli zaman vb. 

Benim de tek derdim bu...

İlla herkes CEO, GM, GMY ve benzeri ünvanlara sahip olmak zorunda değil, illa Profesör ve saire akademik ünvanlara da, illa zengin olmak zorunda da değiliz ki "zenginlik" de görecelidir... İlla büyük şehirlerde, hayatın çok zor olduğu bölgelerde de büyük hayatlar yaşamak zorunda da değiliz. Bunlar bizlerin seçimleri. Ne derler "Büyük başın derdi de büyük olur" 
Yani yaşadıklarımız yaşamak istediklerimizin getirisi ve sonucudur. En azından şikayet etmeyelim.

Dürüstçe ve kimseye TAŞ olmadan, kırıp dökmeden, yıpranmadan ve kendimizden-kişiliğimizden kaybetmeden çalışmalarımız, çabalarımız kendiliğinden istediğimiz sonuçları veriyor ise ne ala...devam.

Amaç gerçekten ama gerçekten   Dünya üzerinde insanca "Hayatta Kalmak" ise Ünvanların, Mevkilerin bununla alakası yoktur gelin dürüstçe itiraf edelim.  Ve unutmayın "olacak olan olur"

Hırslardan, anlamsız çekişmelerden, ayak kaydırmalardan, yollara TAŞ olmaktan uzak, İnsanca, değerli vakitler ve hayatlar dileği ile şimdiden İYİ YILLAR! ve Tabii ki SAĞLIKla. Çünkü ne demiş Muhteşem Süleyman yani Kanuni bile : "Halk içinde muteber bir nesne yok Devlet gibi. Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. "



















19 Kasım 2017 Pazar

Kasım'da aşk başkadır...Peki ya şiddet!?

"25 Kasım Dünya Kadına yönelik şiddetle mücadele günü"
1981'de Dominik'te toplanan Latin Amerika Kadın kurultayında; 25 Kasım , "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Ve Uluslararası Dayanışma Günü" olarak kabul edildi. Daha sonra 1985 yılında, BM tarafından "25 Kasımkadına yönelik şiddetin yok edilmesi için uluslararası mücadelegünü ilan edildi.
25 Kasım 1960 tarihinde Dominik Cumhuriyetinde, Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden ( Patria, Minerva ve Maria ) Mirabel kardeşlere tecavüz edilip, öldürülmelerinin yıldönümüdür. 
Ne acı değil mi? Erkek denen ve yine bir KADIN'dan doğmuş olan varlık, onunla başa çıkamadığında elindeki tek gücü kullanıyor ve ona cinsel saldırıda bulunuyor. Tıpkı yukarıda kısaca bahsettiğim Mirabel kardeşlerin başına gelen gibi. Bu durum insanlığın var oluşundan beri böyle. Uzay çağında da, milenyumda da, Mars'a da gidilse değişmeyen en ilkel yanımız bu. Sadece başa çıkamadığı zamanlarda da değil üstelik, insan üzerine bilim icra eden uzmanlara göre "Erkek varlığını kadın ve onun yokluğu üzerinden ispatlama eğiliminde" Yani "var olmaya çalışan ve talep eden kadın" mı aman Allah'ım ne büyük tehlike!
Hep olduğu gibi bu belirli günlerde yine herkes konuşacak, kendince tespitler ve önerilerde bulunacak. Olaylara dikkat çekilecek vs. Ama benim hep savunduğum ve yazılarımda da vurguladığım gibi düğüm yine kadında çözülüyor. Zor olacak, zaman da alacak ama erkeği doğuran ve büyüten kadın onu geliştirmedikçe, onu kendine yine bir ataerkil dayatma ile benimsetilen kurallardan, inanışlardan çıkarmayı, uzaklaştırmayı göze almadıkça. Bunu önce kendi içselleştirip, değiştirme yönünde harekete geçmedikçe 25 Kasım'lar bitmeyecek. 
En ufak topluluktan, evden başlasa bile ileriye dönük değişim çok büyük olacak. Aynı anda kız ve erkek çocuk annesi olan bir kadın kızını, erkek olana hizmet etmekten kurtarmadıkça ve bunu doğal gösterdikçe kadın ezilmeye ve şiddet görmeye devam edecek. 
VE...
Kadın, kızı ile gelini arasında ayrım yapmadıkça da. "Erkektir yapar" demekten vazgeçmedikçe. "Oğlum göster amcalara" gururundan kurtulmadıkça. "Erkekler de ağlar" demedikçe. "Kadın kısmısı" "Kadın Başına" vb tamlamalarından kurtulmadıkça... Kendi cinsini kıskanmaktan vazgeçip onunla dayanışma içine girmedikçe... ve daha bir çok dayatılmış ikinci sınıf muamele yöntemlerini önce kendisi kendi erkeklerinden başlayarak değiştirmek için uğraşmadıkça bu durum değişmeyecek. 
Aşağıda dördüncü kitabım "...ama korkuyordum" dan iki bölüm paylaşarak Kasım yazımı bitiriyorum. 
                                                            ***

1.Bölüm sayfa 42-44
...Konuyu çok uzatmasalar da hepsi içten içe biliyorlardı kadına yönelik şiddet eğiliminin boyutlarını ve sonuçlarını. Selma şöyle bir geçmişti üzerinden ama okuduğu takip ettiği her bilgiyi güncellerini de üzerine ekleyerek barındırıyordu beyninde:  Yapılan araştırmaların ki yanıtların doğruluğu zaman zaman şüphe uyandırsa da yüzde kırk biri diye kalmıştı aklında; kocasından şiddet gören bir topumda yaşadıklarının, neredeyse her altı dakikada, bir kadının tecavüze uğradığının bilincindeydiler. Bu rakamları biliyorlardı çünkü her konuda olduğu gibi bunda da sadece belirli günlerde yapılan haberler ve araştırmalar gündeme getirilen sorun, rakamlar halinde uçuşuyordu gazetelerde ya da televizyon ekranlarında ama o kadar. ‘25 Kasım dünya kadına şiddete hayır’ gününde tüm haber kanalları, gazeteler bu başlık altında belirli bir kısım ayırarak konuyu ele alıyordu. Haberin sonunda hep şu noktaya değiniliyordu “Evet, umutlu hikâyeler var, biraz cesaret gerekiyor kurtulmak için ama hala kadın sığınma evlerinin sayısı çok az.”
Evet öyleydi. Çıkan kanunlar gereği nüfusu elli bin kişiye ulaşan her yerde bir kadın sığınma evi olmalıydı ama ne yazık ki uygulamada çok eksikler vardı. İş, bu yerleri açmakla da bitmiyordu. Şiddet gören kadınların yarısı bunu hiç söylemiyordu. Çekinceleri vardı. Hayatla ilgili korkuları. Diğerlerince yadırganma, hor görülme korkusu. Toplum içinde yalnız kadın olmanın ağırlığı. Sadece bazı merkezler açıp, duvarlar örmek yetmiyordu. Oraya gelmeye cesaret edebilecek kadınlar lazımdı. Onlara destek olacak kadınlar. En önemlisi de buydu belki? Kendi cinslerine destek verecek yürekli dişiler gerekiyordu en çok. Ve belki de en çok erkekler dahil olmalıydı bu işe. Tartışma programlarında hep kadınlar yer alıyordu sanki bu sadece onların sorunuymuş gibi. Oysa bu tam da bir erkek problemi olmalıydı. Neden şiddet uyguluyorlar, zorları ve onları buna iten sebepler neydi? Ruhsal sorunları aslında neye dayanıyordu. Hani şu sıfır iki yaş arasında her türlü bilgiyi alt beyine yazdığı dönemde mi oluşuyordu bu davranış şekilleri? Sonraki diliminde ne yaşamıştı da gelişim çağının şimdi bu cinayetlerin ve şiddetin faili oluyordu? Sadece kadınların çıkıp “öldük, bittik, yeter bu işkence, imdat” demesi ile çözüme gidilebilinir miydi? Hiç sanmıyordu Selma. Bu sorun bir erkek sorunu olarak da erkekler tarafından konuşulmadıkça sac ayağının biri eksik kalacaktı hep.
Yine de dişiler arasından birilerinin daha fazla ortaya çıkıp “Ben de yaşadım bunları ama artık bitti” diyerek örnek olması gerekiyordu. Yaşanmış trajediler tabii ki vardı fakat her şey herkesin başına gelecek diye bir kaide yoktu ki. Denemeden bilemeyeceklerini, belki de attıkları ilk adımla tamamen farklı bir hayata kavuşabileceklerini ama o eyleme geçmeden ne olacağını öngöremeyeceklerini, her şeyin kader olmadığını, çoğu zaman hayatın bizden o ilk adımı beklediğini birilerinin onlara anlatması gerekiyordu.
Bu da yetmiyordu. Gönüllüler lazımdı. Maddi manevi destek sağlayacak insanlar, kuruluşlar, şirketler, kurumlar el atmalıydı o merkezlere. Kimi psikolojik yönden, kimi iş vererek, kimi sadece ‘yalnız değilsiniz’ diyerek, bazıları parasal yardımlarla hayatta ve ayakta tutmalıydı sığınma evlerini. Devlet arka çıkmalı, güvenliğini sağlamalıydı. En önemlisi bu merkezlere “kötü kadınların toplanma yeri” diye bakan zihniyeti kazımalı, kökünü kurutmalıydı yayınladığı bültenlerle, yaptığı konuşmalarla. Devlet ve onun başındakiler “kadın ve erkek eşit değildir” dememeliydi. Balık baştan kokardı çünkü.
Ne yazıktı ki kadın haklarından bahis açıldığında hep fiziki yönler öne sürülürdü oysa insan hakları, eşitlikleri bu yönden ele almaz, alamazdı, almamalıydı. Eşitliği ve hakları kas ve yapısal güç ve güçsüzlüklere göre belirlemek zaten sorunun ana kaynak ve dayanaklarından biriydi. Birileri diğerlerini eğitmeli, bıkıp usanmadan anlatmalıydı yaşadıklarına mahkûm olmadıklarını. Yürekli kadınların sayısı artmalı, zinciri tam ortasından kırmalıydı gözünü bile kırpmadan. En çok yaşadıkları yalnızlıktı kadınları bir adım geride tutan harekete geçmekten. Oysa bir destek yetiyordu cesaret bulmalarına ve o cesaret korkularını yenerek yepyeni hayatlara bir kapı açmanın anahtarıydı.

                                                                     ***

4.Bölüm Sayfa 92-94 
...
Koca Dayağı, Af ve Cinayet
Eşini önce döven; ardından da tecavüz eden kişi, hâkime “Seviyorum, pişmanım” deyince serbest kaldı. 1.5 yıl sonra ise eşini 10 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Ankara’da yaşayan A. P. (42), 2006 yılında eşin boşanmak için dava açtı ancak aile büyüklerinin araya girmesi üzerine davadan vazgeçti. Kocası, Mart 2009’da bir akraba düğününe giden eşi A.P'nin, dayısının oğluyla dans etmesine çok kızdı. Eşini öldüresiye döven adam, kanlar içinde kalan kadına bir de tecavüz etti. “Cinsel saldırı” suçuyla çıktığı mahkemede “Eşimi çok seviyorum, pişmanım” deyince tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Çift Haziran 2010’da da boşandı. 2 ay önce yine kapısına dayandığı kadını bıçak zoruyla kaçırıp ıssız bir yere götürdü. 3 çocuk annesi eski eşini yalvarması üzerine öldürmekten vazgeçen kocanın, daha sonra da “Seninle yeniden bir araya gelmek istiyorum. Yoksa seni öldürürüm” diyerek tehdit ettiği; cevap alamayınca da yine evin kapısına 2 arkadaşıyla giderek “Beni eve al, yoksa öldürürüm” diye bağırdığı öğrenildi. Kadın, kızının “Babam 2 kişiyle birlikte seni bekliyor, sakın eve gelme” diye telefonla araması üzerine savcılığa suç duyurusunda bulundu. A.P “Hepimizin hayatı tehlikede” diye dilekçe verdi.
‘Koruma’ Talebi Reddedildi
Savcılık ise adamı gözaltına almadı; sadece kadını evine polis otosuyla gönderdi. A.P. bu kez de avukatı aracılığıyla mahkemeye başvurarak “koruma” talebinde bulundu. Mahkeme, aralarında evlilik birliği kalmadığı gerekçesiyle bunu reddetti. Bu gelişmeler yaşanırken 7 Aralık’ta Yeni Etlik Caddesi’nin köşesinde bekleyen adam, eski eşini 10 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Bir arkadaşının evine saklanan zanlı, arkadaşının polisi araması üzerine yakalandıktan sonra tutuklandı.
DHA
Derin bir iç geçirerek haberin fotoğrafına tekrar göz atan Yavuz adeta hortlak görmüşçesine elindeki gazeteyi kendinden öteye fırlatıp, ani bir hareketle kalktı koltuğundan. Arkasında bulunan pencereye doğru bir iki adım geriye attığında oradaki dolaplara çarparak sendeledi. İki eli ile onu durduran engele dayanarak destek almaya çalıştı.  Gözü hala, masada tutunamayıp, önündeki sehpaya düşen gazetedeydi. Az önce okuduğu haberin fotoğrafındaki kişiler değişmişti: O kadının yerine, Eda’nın mor ve şişmiş gözleri bakıyordu aynı çaresizlikle. Yavuz da onun omzuna elini dolamış halde kadının yüzüne eğilmiş bir şeyler anlatmaya çalışıyordu tıpkı öteki adam gibi. Tavrında bir sahiplenme ve açık bir baskı havası vardı kadına yönelik.
Kesik ve hızlı soluklarla durduğu yerden hareket edip, sehpaya doğru yürüdü. Az önce gördüğü dehşet veren manzara yoktu artık. Gazeteyi eline alıp parçalamaya başladı. Aklının ona oynadığı oyundan kurtulmaya çalışıyordu besbelli. Sonra yine hırslı ve öfkeli hareketlerle buruşturduğu kağıtları masanın altında bulunan çöp kutusuna tıkıştırdı.
Alnından terler damlıyordu. Peçete kutusundan birkaç tane mendil alıp yüzünü sildi. Bir köşede hep dolu halde hazır bekleyen kolonya şişesine uzanıp avucuna dökülen damlaları yüzüne boca etti. Sonra tekrar geçip yerine oturdu. Koltuğunda geriye yaslanarak sakinleşmeye çalıştı.
                                                                                  ***

23 Ekim 2017 Pazartesi

"...ama korkuyordum"

Dördüncü kitabım "...ama korkuyordum" A7Kitap aracılığı ile çok yakında sizlerle buluşuyor.


9 Ekim 2017 Pazartesi

Yaşadıklarımız Seçimlerimiz Mi?

Bir şeyleri yapmaya, deneyimlemeye, değiştirmeye; bunları istediğimiz olduğu halde çoğumuzun çoğu zaman yapamaması neden dolayıdır? Korkularımızdan mı? Engellerden mi? Endişelerimiz? Ya da...?

Gerçekten somut olgulardan mı korkuyoruz, engeller mi var yoksa kolayı mı seçeriz?  Bir yerde okumuştum "Neşe ve kederlerimizi onları yaşamadan önce seçeriz" diyordu Halil Cibran. Anahtar kelime “Seçeriz” idi. Belki de "Karma"ya bir gönderme. 

Yani yaptıklarımız, gerçekte yapmak istediklerimiz olduğu için yapardık ya da yaşadıklarımız, yapmak ve yaşamak istediklerimizdir aslında… yani yapmadıklarımız, yaşamadıklarımız için başkalarını ve dış etkenleri suçlamak önce kendimizi ve sonra da başkalarını kandırmaktı.

Yine, yani, yaptıklarımız ve yaşadıklarımız için başkalarına ve bir şeylere suçu yığmak da bir nevi bu kandırma eyleminin içinde yer alır. Ama hep bunu yapardı insan ve yine “Belki de daha kolay olduğu için?"

Hadi en basitinden başlayarak bahanelerimize bir bakalım:  

"Verdiğin kitabı bir türlü okuyamadımL
“neden?”
“salon kalabalık ve gürültülü.”
“senin odan var?”
“ya yalnız kalmak istemedim.”
"??!!  "    
“sinemaya-tiyatroya gidemiyorum hiç.”
“niye?”
“hafta içi hep bir engel çıkıyor, biri geliyor, iş çıkıyor.”
vs”
“haftasonları da mı çalışıyorsun?”
“yok yaa evde yayılıyorum,”
"???!!!"
“öfff çok arzu ediyordum o geziyi ama bu sene de gidemedim?”
“ne oldu?”
“param yoktu.”
“ne kadar gerekiyordu ki?”
“2000 tl gibi.”
“daha yeni bir yüzük aldın o fiyata?”
“yaaa o yüzüğü çok beğendim, dayanamadım.”
"???!!!"
“kilo veremiyorum bir türlü, mutsuzum.”
“doktora gidecektin?”
“gittim hormonal vs değilmiş, abur cubur yeme spor yap dedi.”
“ee yap sen de evin altında spor salonun ve havuz var?”
“yaaa eve girdim mi zor çıkıyorum bir daha.”
"???!!!"
“bir türlü vazgeçemiyorum ondan.”
“niye sana ümit mi veriyor?”
“yoo aksine çok ümitsizim çok kesin söyledi bittiğini.”
“ee bu acılar niye o zaman? Unut sen de. Seni bağlamamış ki.. ”
“Onu böyle sevmeyi de seviyorum ben.”
"!!??" 

Daha onlarca örnek verebilebilir bulduğumuz bahanelere, suçladığımız ama gerçekte bize engel olmayan dış etkenlere ve kişilere. Sebebi uzaklarda aramak hatadır oysa, çok da iyi tanırız, çünkü “tam da bizizdir" ne acıdır ki! Yapmak istediğimiz "o şey" olduğu için onu yapmaya ya da yapmamaya devam ederiz biz faniler, hem de ısrarla. Yoksa inanın bana bahanelerimiz gerçekten de dayanaksızdır...yani uydurma...yani kolayımıza geleni seçtiğimizden. 

Bir şeyleri ve birilerini sürekli öne sürüp şikâyet ederek yakınmak aslında ruhsal bir hastalıktır. Ya da o kişinin psikolojik bir desteğe ihtiyacı olmasındandır. Diyor uzmanlar. Şikâyet edilen hayat tarzının iyi ele alınması ve kendimizin nelere engel veya sebep olduğunu tespit etmek gerekir.

“yıllardır hayalim bu ama hayat şartları işte..”
“hiç teşebbüs ettin mi? Denemek lazım bazı şeyleri.”
“yaa hiç fırsat olmadı” 

Yani diyor ki aslında: böylesi işime geldi. Yan gelip yatmak daha kolay. Şimdi uğraş, çabala, konfor alanını terket, strese gir. Ooof çok zor olurdu.

Bunu fark ettiğimiz ya da kendimize itiraf ettiğimiz an, aslında suçlunun hayat şartları olmadığını hatta zavallı hayatın bundan haberi bile bulunmadığını kabul eder, hakkını yemekten de vazgeçerdik. Dolayısı ile huzura da ererdik şikâyet edecek bir konuyu halletmiş olduğumuz için.

"Bizi istemeyen biri için ağlamak, ısrarla peşinden gitmek ve dolayısı ile acı çekmek aslında hastalıklı bir yanımız bunu arzu ettiğindendir." diyor yine uzmanlar. 

Yani, verilen örneklerin tümü aslında olmasını istediklerimizi, işimize geleni yapmamızdandır başka nedenleri bahane ederek hem de. Ya ruhumuzun eksik, arızalı bir yönünü tatmin ederiz, ya da sadece ve basitçe istediklerimizi seçeriz. Ama ne enteresandır ki bunun için alakasız birilerini ya da başka şeyleri sebep gösteririz.
Çünkü zordur, acıdır gerçeği kendimize itiraf etmek. "Ben böyle seçtiğim böyle yaptığım için öyle oluyor" demek egomuza çok terstir a dostlar gelin kabul edelim bunu hep birlikte. Sıkıntı yaratan bazı durumlardan sürekli yakınmak ama bundan kurtulmanın aslında olanak dahilinde oluğunu bile bile devam ettirmek tamamen kendi seçimimizdir. Elimizdeki bahaneleri yavaşça yere bırakalım ve bu olguyu olgunluk ve samimiyetle kabul edelim. İnanın huzura ilk adım atılmış olacak. Hem böylece sürekli şikayetlerimizi dinlemekten daralan zavallı insanları da rahat bırakmış oluruz. 

Şuna inanıyorum ki kişi gerçekten isterse ne zaman, ne birileri ne de şartlar engel olamayacaktır. Abartılı gelse de yeri geldiğinde dağları bile delebilir. İnsanlar sıcak evlerinde otururken, Kuzey Kutbunda soğukla mücadele eden kâşifleri oraya çeken bu yoğun istekleri değil miydi? Derilerini yakan soğuğu suçlamak ne kadar mantıklı olurdu ya da Kutup şartlarını? Kutuplar, her durumda ve açıkça ne olduklarını ve neler yaşatabileceklerini ortaya sermektedir. Dolayısı ile oraya bizi kendileri de zorla çekmediğine göre, suçlu kim? Yoksa birileri onları sürdü mü? Zorladı mı? 
Afrika’da kaplanların peşinde dolaşan bilim adamını bir kaplan yerse suç o hayvancağızın mıdır? Yoksa bile bile orada olan bilim insanı mı?
İnanılmaz dalgalara ve fırtınalara rağmen ufak bir tekne ile dünya turuna çıkmak durumunda olası kazalar okyanusların suçu mudur?
Hepsi de orada olmak ve bunları yaşamak istedikleri için bile bile oradadırlar. Eminim Scott kutuplarda donarak ölmeyi yatağında huzurla son nefesini vermeye zaten tercih ederdi...ya da tam tersi? Amudsen de kutuplar üzerinde düşen uçağın içinde kendi rızası ile bulunmuyor muydu?

Yalnızlıktan şikâyet eden biri başkalarını suçlar. Hayata sitem eder. Oysa ilişkiler karşılıklı adımlarla oluşan köprüler sayesinde kurulur. Bu kişi, sosyal ortamlara katılmakta ne kadar hevesli olmuştur? İnsanları ne kadar olduğu gibi kabul etmiştir? Karşıdan atılan adımların bir noktaya kadar oluşturdukları köprüler boşlukta mı kalmıştır? 1-2 derken 3. ve belki de 4. aramadan sonra artık onu aramaktan vazgeçen birileri olmuş olabilir mi?
Ya da cevapsız kalan birkaç davetten sonra gelmeyeceği düşünülerek kesilmiş midir çağrılar? Birilerinin yanında sadece iyi anlarında olmayı tercih etmiş midir? Kendisine ihtiyaç duyulduğunda orada olmadığı anlar var mıdır? Ve bunun sayısı yeteri kadar fazla mıdır?

Peki ya kazalar? Bunlar basitçe "kader" mi? Yoksa bile bile hız sınırını aştığımızdan, hatalı sollama yaptığımızdan, alkollü halde direksiyon başında olduğundan, araçlara dikkat etmeden yola atladığımızdan, uçurumun kenarında dikkatsizce gezindiğimizden, sağlık durumumuzu bilmeden bir adrenalin sporu yaptığımızdan, güvenilirliğini bilmediğimiz emin olmadığımız ürünleri veya kurumları tercih ettiğimizden vb bir sürü başka nedenlerden mi? "Kader" en temiz, en kolay en huzur veren seçimdir bunlar arasından. Hatayı kendimize ya da yakınlarımıza yüklemek egomuzu sarsar. 

Ne demiş eskiler "ne ekersen elinlen o gelir seninlen" Harika tespit değil mi? 

Daha bir çok duruma bir çok örnekleme vererek çıkarımlar yapabiliriz. Aile, ilişkiler, iş, eğitim vs vs. Sayfalar yetmez. Burada amacım temel bir çıkış noktası verip durumu genelde ele alıp kendi görüşlerim çerçevesinde bir paylaşım yaparak bir pencere açmaya çalıştım. 

Hülasası yaşadıklarımız yaşamayı seçtiklerimizdir. Yani bu yazıma beni başlatan sözün dediği gibi “Neşe ve kederlerimizi onları yaşamadan önce seçeriz.”
Öyle çok bahanemiz vardı ki… Başımıza gelmesini beklediğimiz güzelliklerin bir türlü gerçekleşmemesini hep başka birilerine, dış etkenlere, kadere, şeytana, şuna buna bağlamak işimizi kolaylaştırıyordur belki.

Aksi halde uğraşmamız gerekir, mücadele etmemiz, savaşmamız, zorluklarla başa çıkmamız...yani sözün özü rahatımızı bozmamız gerekir. Hatalarımızı kabul etmemiz ve egomuzu zedelememiz (!) gerekir. 

Ama şimdi bu durumu çok genel ele alıp da hayatı kendinden ötürü kabul edenlerin ve rahatını bozmayı göze alanların hakkını yemeyelim. Hepimiz böyle değiliz. Öyle olsa, arada da örneklemeye çalıştığım kaşiflerden, bilim insanlarından, liderlerden, kahramanlardan, mucitlerden, sanatçılardan oyunculardan, sporculardan ve daha nicelerinden söz edemedik. Dünyaca bilinmesi bir yana toplum içinde mikroya indiğimizde, bireysel yaşamın içinde rahatını bozmayı ve kendi hayatının kumanda masasına geçmeyi göze alan onlarca insan var. Yine "Karma"ya gönderme yapmak gerekirse bu sayede Dünyayı ve Hayatı güzel kılan insanlar da diyebiliriz...

Dilerim anlamsız ve dayanaksız yakınma ve şikayetlerimiz arasında boğulup, bunalımlara girip hayatı ıskalamak, üzüntülere sebep olmak yerine "seçimlerimizin" ayrımına vararak; kendimiz ile ilgili öz eleştiri yapmaya ve gerçeklerimizi kabul etmeye cesaret gösterir ve rahatını bozabilenlerden oluruz. Hatalarımız onlardan ders almak içindir ve yaşadıklarımızın geneli "deneyim" olarak tanımlanır olgunluğa giden yolda. 

Güzel ve doğru seçimlere... 


Neslihan Şadan BAĞDİKEN


-->

SESSİZLİĞİN

24.Nisan.2009 Beni, Bu sessizliğin çıldırtıyor en çok Bir çıkıp bir kayboluşun Kasımda buluta giren güneş gibi Üşütüyor yokluğun