19 Kasım 2017 Pazar

Kasım'da aşk başkadır...Peki ya şiddet!?

"25 Kasım Dünya Kadına yönelik şiddetle mücadele günü"
1981'de Dominik'te toplanan Latin Amerika Kadın kurultayında; 25 Kasım , "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Ve Uluslararası Dayanışma Günü" olarak kabul edildi. Daha sonra 1985 yılında, BM tarafından "25 Kasımkadına yönelik şiddetin yok edilmesi için uluslararası mücadelegünü ilan edildi.
25 Kasım 1960 tarihinde Dominik Cumhuriyetinde, Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden ( Patria, Minerva ve Maria ) Mirabel kardeşlere tecavüz edilip, öldürülmelerinin yıldönümüdür. 
Ne acı değil mi? Erkek denen ve yine bir KADIN'dan doğmuş olan varlık, onunla başa çıkamadığında elindeki tek gücü kullanıyor ve ona cinsel saldırıda bulunuyor. Tıpkı yukarıda kısaca bahsettiğim Mirabel kardeşlerin başına gelen gibi. Bu durum insanlığın var oluşundan beri böyle. Uzay çağında da, milenyumda da, Mars'a da gidilse değişmeyen en ilkel yanımız bu. Sadece başa çıkamadığı zamanlarda da değil üstelik, insan üzerine bilim icra eden uzmanlara göre "Erkek varlığını kadın ve onun yokluğu üzerinden ispatlama eğiliminde" Yani "var olmaya çalışan ve talep eden kadın" mı aman Allah'ım ne büyük tehlike!
Hep olduğu gibi bu belirli günlerde yine herkes konuşacak, kendince tespitler ve önerilerde bulunacak. Olaylara dikkat çekilecek vs. Ama benim hep savunduğum ve yazılarımda da vurguladığım gibi düğüm yine kadında çözülüyor. Zor olacak, zaman da alacak ama erkeği doğuran ve büyüten kadın onu geliştirmedikçe, onu kendine yine bir ataerkil dayatma ile benimsetilen kurallardan, inanışlardan çıkarmayı, uzaklaştırmayı göze almadıkça. Bunu önce kendi içselleştirip, değiştirme yönünde harekete geçmedikçe 25 Kasım'lar bitmeyecek. 
En ufak topluluktan, evden başlasa bile ileriye dönük değişim çok büyük olacak. Aynı anda kız ve erkek çocuk annesi olan bir kadın kızını, erkek olana hizmet etmekten kurtarmadıkça ve bunu doğal gösterdikçe kadın ezilmeye ve şiddet görmeye devam edecek. 
VE...
Kadın, kızı ile gelini arasında ayrım yapmadıkça da. "Erkektir yapar" demekten vazgeçmedikçe. "Oğlum göster amcalara" gururundan kurtulmadıkça. "Erkekler de ağlar" demedikçe. "Kadın kısmısı" "Kadın Başına" vb tamlamalarından kurtulmadıkça... Kendi cinsini kıskanmaktan vazgeçip onunla dayanışma içine girmedikçe... ve daha bir çok dayatılmış ikinci sınıf muamele yöntemlerini önce kendisi kendi erkeklerinden başlayarak değiştirmek için uğraşmadıkça bu durum değişmeyecek. 
Aşağıda dördüncü kitabım "...ama korkuyordum" dan iki bölüm paylaşarak Kasım yazımı bitiriyorum. 
                                                            ***

1.Bölüm sayfa 42-44
...Konuyu çok uzatmasalar da hepsi içten içe biliyorlardı kadına yönelik şiddet eğiliminin boyutlarını ve sonuçlarını. Selma şöyle bir geçmişti üzerinden ama okuduğu takip ettiği her bilgiyi güncellerini de üzerine ekleyerek barındırıyordu beyninde:  Yapılan araştırmaların ki yanıtların doğruluğu zaman zaman şüphe uyandırsa da yüzde kırk biri diye kalmıştı aklında; kocasından şiddet gören bir topumda yaşadıklarının, neredeyse her altı dakikada, bir kadının tecavüze uğradığının bilincindeydiler. Bu rakamları biliyorlardı çünkü her konuda olduğu gibi bunda da sadece belirli günlerde yapılan haberler ve araştırmalar gündeme getirilen sorun, rakamlar halinde uçuşuyordu gazetelerde ya da televizyon ekranlarında ama o kadar. ‘25 Kasım dünya kadına şiddete hayır’ gününde tüm haber kanalları, gazeteler bu başlık altında belirli bir kısım ayırarak konuyu ele alıyordu. Haberin sonunda hep şu noktaya değiniliyordu “Evet, umutlu hikâyeler var, biraz cesaret gerekiyor kurtulmak için ama hala kadın sığınma evlerinin sayısı çok az.”
Evet öyleydi. Çıkan kanunlar gereği nüfusu elli bin kişiye ulaşan her yerde bir kadın sığınma evi olmalıydı ama ne yazık ki uygulamada çok eksikler vardı. İş, bu yerleri açmakla da bitmiyordu. Şiddet gören kadınların yarısı bunu hiç söylemiyordu. Çekinceleri vardı. Hayatla ilgili korkuları. Diğerlerince yadırganma, hor görülme korkusu. Toplum içinde yalnız kadın olmanın ağırlığı. Sadece bazı merkezler açıp, duvarlar örmek yetmiyordu. Oraya gelmeye cesaret edebilecek kadınlar lazımdı. Onlara destek olacak kadınlar. En önemlisi de buydu belki? Kendi cinslerine destek verecek yürekli dişiler gerekiyordu en çok. Ve belki de en çok erkekler dahil olmalıydı bu işe. Tartışma programlarında hep kadınlar yer alıyordu sanki bu sadece onların sorunuymuş gibi. Oysa bu tam da bir erkek problemi olmalıydı. Neden şiddet uyguluyorlar, zorları ve onları buna iten sebepler neydi? Ruhsal sorunları aslında neye dayanıyordu. Hani şu sıfır iki yaş arasında her türlü bilgiyi alt beyine yazdığı dönemde mi oluşuyordu bu davranış şekilleri? Sonraki diliminde ne yaşamıştı da gelişim çağının şimdi bu cinayetlerin ve şiddetin faili oluyordu? Sadece kadınların çıkıp “öldük, bittik, yeter bu işkence, imdat” demesi ile çözüme gidilebilinir miydi? Hiç sanmıyordu Selma. Bu sorun bir erkek sorunu olarak da erkekler tarafından konuşulmadıkça sac ayağının biri eksik kalacaktı hep.
Yine de dişiler arasından birilerinin daha fazla ortaya çıkıp “Ben de yaşadım bunları ama artık bitti” diyerek örnek olması gerekiyordu. Yaşanmış trajediler tabii ki vardı fakat her şey herkesin başına gelecek diye bir kaide yoktu ki. Denemeden bilemeyeceklerini, belki de attıkları ilk adımla tamamen farklı bir hayata kavuşabileceklerini ama o eyleme geçmeden ne olacağını öngöremeyeceklerini, her şeyin kader olmadığını, çoğu zaman hayatın bizden o ilk adımı beklediğini birilerinin onlara anlatması gerekiyordu.
Bu da yetmiyordu. Gönüllüler lazımdı. Maddi manevi destek sağlayacak insanlar, kuruluşlar, şirketler, kurumlar el atmalıydı o merkezlere. Kimi psikolojik yönden, kimi iş vererek, kimi sadece ‘yalnız değilsiniz’ diyerek, bazıları parasal yardımlarla hayatta ve ayakta tutmalıydı sığınma evlerini. Devlet arka çıkmalı, güvenliğini sağlamalıydı. En önemlisi bu merkezlere “kötü kadınların toplanma yeri” diye bakan zihniyeti kazımalı, kökünü kurutmalıydı yayınladığı bültenlerle, yaptığı konuşmalarla. Devlet ve onun başındakiler “kadın ve erkek eşit değildir” dememeliydi. Balık baştan kokardı çünkü.
Ne yazıktı ki kadın haklarından bahis açıldığında hep fiziki yönler öne sürülürdü oysa insan hakları, eşitlikleri bu yönden ele almaz, alamazdı, almamalıydı. Eşitliği ve hakları kas ve yapısal güç ve güçsüzlüklere göre belirlemek zaten sorunun ana kaynak ve dayanaklarından biriydi. Birileri diğerlerini eğitmeli, bıkıp usanmadan anlatmalıydı yaşadıklarına mahkûm olmadıklarını. Yürekli kadınların sayısı artmalı, zinciri tam ortasından kırmalıydı gözünü bile kırpmadan. En çok yaşadıkları yalnızlıktı kadınları bir adım geride tutan harekete geçmekten. Oysa bir destek yetiyordu cesaret bulmalarına ve o cesaret korkularını yenerek yepyeni hayatlara bir kapı açmanın anahtarıydı.

                                                                     ***

4.Bölüm Sayfa 92-94 
...
Koca Dayağı, Af ve Cinayet
Eşini önce döven; ardından da tecavüz eden kişi, hâkime “Seviyorum, pişmanım” deyince serbest kaldı. 1.5 yıl sonra ise eşini 10 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Ankara’da yaşayan A. P. (42), 2006 yılında eşin boşanmak için dava açtı ancak aile büyüklerinin araya girmesi üzerine davadan vazgeçti. Kocası, Mart 2009’da bir akraba düğününe giden eşi A.P'nin, dayısının oğluyla dans etmesine çok kızdı. Eşini öldüresiye döven adam, kanlar içinde kalan kadına bir de tecavüz etti. “Cinsel saldırı” suçuyla çıktığı mahkemede “Eşimi çok seviyorum, pişmanım” deyince tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Çift Haziran 2010’da da boşandı. 2 ay önce yine kapısına dayandığı kadını bıçak zoruyla kaçırıp ıssız bir yere götürdü. 3 çocuk annesi eski eşini yalvarması üzerine öldürmekten vazgeçen kocanın, daha sonra da “Seninle yeniden bir araya gelmek istiyorum. Yoksa seni öldürürüm” diyerek tehdit ettiği; cevap alamayınca da yine evin kapısına 2 arkadaşıyla giderek “Beni eve al, yoksa öldürürüm” diye bağırdığı öğrenildi. Kadın, kızının “Babam 2 kişiyle birlikte seni bekliyor, sakın eve gelme” diye telefonla araması üzerine savcılığa suç duyurusunda bulundu. A.P “Hepimizin hayatı tehlikede” diye dilekçe verdi.
‘Koruma’ Talebi Reddedildi
Savcılık ise adamı gözaltına almadı; sadece kadını evine polis otosuyla gönderdi. A.P. bu kez de avukatı aracılığıyla mahkemeye başvurarak “koruma” talebinde bulundu. Mahkeme, aralarında evlilik birliği kalmadığı gerekçesiyle bunu reddetti. Bu gelişmeler yaşanırken 7 Aralık’ta Yeni Etlik Caddesi’nin köşesinde bekleyen adam, eski eşini 10 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Bir arkadaşının evine saklanan zanlı, arkadaşının polisi araması üzerine yakalandıktan sonra tutuklandı.
DHA
Derin bir iç geçirerek haberin fotoğrafına tekrar göz atan Yavuz adeta hortlak görmüşçesine elindeki gazeteyi kendinden öteye fırlatıp, ani bir hareketle kalktı koltuğundan. Arkasında bulunan pencereye doğru bir iki adım geriye attığında oradaki dolaplara çarparak sendeledi. İki eli ile onu durduran engele dayanarak destek almaya çalıştı.  Gözü hala, masada tutunamayıp, önündeki sehpaya düşen gazetedeydi. Az önce okuduğu haberin fotoğrafındaki kişiler değişmişti: O kadının yerine, Eda’nın mor ve şişmiş gözleri bakıyordu aynı çaresizlikle. Yavuz da onun omzuna elini dolamış halde kadının yüzüne eğilmiş bir şeyler anlatmaya çalışıyordu tıpkı öteki adam gibi. Tavrında bir sahiplenme ve açık bir baskı havası vardı kadına yönelik.
Kesik ve hızlı soluklarla durduğu yerden hareket edip, sehpaya doğru yürüdü. Az önce gördüğü dehşet veren manzara yoktu artık. Gazeteyi eline alıp parçalamaya başladı. Aklının ona oynadığı oyundan kurtulmaya çalışıyordu besbelli. Sonra yine hırslı ve öfkeli hareketlerle buruşturduğu kağıtları masanın altında bulunan çöp kutusuna tıkıştırdı.
Alnından terler damlıyordu. Peçete kutusundan birkaç tane mendil alıp yüzünü sildi. Bir köşede hep dolu halde hazır bekleyen kolonya şişesine uzanıp avucuna dökülen damlaları yüzüne boca etti. Sonra tekrar geçip yerine oturdu. Koltuğunda geriye yaslanarak sakinleşmeye çalıştı.
                                                                                  ***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SESSİZLİĞİN

24.Nisan.2009 Beni, Bu sessizliğin çıldırtıyor en çok Bir çıkıp bir kayboluşun Kasımda buluta giren güneş gibi Üşütüyor yokluğun