Evet yazımın başlığı bu: "Kadın". Bu bir kelimenin yazıldığı beş harften çok daha fazla yer kaplayan daha büyük anlamlar içeren bir tanımdır aslında. Dünyayı, hayatı, yaradılışı, insanlığı, toplumları, öğretileri, kültürleri ve daha bir çok olguyu kapsayabilecek bir tanınmala beş harfe sığmaz ama onun ardındaki anlamı hepimiz biliriz. UNESCO'nun tanıtımlarından birinde şöyle der "Bir kızı eğitirseniz bir nesli eğitirsiniz" Nasıl? Çok büyük değil mi, iddialı, çok geniş, yüzyıllara yayılabilecek bir etki ve güçten söz ediyor. Bir kız gelecek koca bir nesli şekillendiriyor! Ne muazzam.! Peki yanlış mı? Asla! Ben, bu duruma ilk kitabımda biraz yer vermeye, vurgu yapmaya çalışmıştım.
İlave etmeden geçemeyeceğim. Bir belgesel kanalında İsveç ile ilgili bir program izlemiştim. Kreşlerde ve okul öncesi eğitim veren kurumlarda çocuklara cinsiyet ayrımı yapmayan bir davranış biçimi ile hareket ediliyordu. Oyuncaklar, renkler, kıyafetler karma sunuluyor. Şu erkek işidir bu kız işidir benzeri bir dayatma asla yapılmıyor, seçim ve kullanım tamamen onların ilgi alanlarına bırakılıyordu. Sizce de bu dayatmaları biz başlatmıyor muyuz? "Erkek mavi kız pembe, erkek araba kız bebek...erkek sokakta kız mutfakta..." ve daha niceleri.
Kadına şiddet örneğin, en büyük dertlerimizden değil mi son yıllarda. Sizce nerede başlıyor şiddetin tarihi? Erkek bu hakkı(?) nereden buluyor kendinde? Kadın gelecekte kendi hemcinsine eziyet edecek türü büyütüp besliyor olabilir mi...ayrımında olmadan?!
İçinizdeki, O, Dünyayı değiştirecek, şekillendirecek Kadın'ın gücüne inanmanız ve farkına varmanız dileği ile ve tabii ki bu sihirli gücü gereği gibi kullanabilmeniz dileği ile aşağıda kitabımdan düşüncelerimi paylaşıyorum sizinle.
"...ama seviyordum" kitabımdan bir bölüm:
***
Her
zaman olduğu gibi en son annesi kalmıştı şimdi mutfakta. Kadına biçilen bu
görev dünya kurulduğundan beri vardı herhalde? Neden kocası değil de o mutfaktaydı
mesela? Böyle bir dağılıma kim karar veriyordu? Kurallar ne zaman ve nasıl
konulmuştu? Çok az da olsa tersi bir örnek var mıydı acaba? Pek sanmıyordu. Kız
çocuk belli bir yaştan itibaren evde anneye yardım eden, işleri öğrenen –ki bu
kendi ailesini kuracağı zamanlara ilişkin ön bir eğitimdir- ama garip bir
şekilde, geleceğinden endişe edilerek, kurslara, okullara gönderilen, bin bir
stresle girdiği sınavı kazanırsa bir fakülteye kaydolan, okul ve eğitimler
tamamlandıktan sonra işe giren, fakat ne olursa olsun tüm bunların önüne geçip
hepsini silebilen tek bir olguya hazır olması beklenir: Evlenip, çoluk çocuk
sahibi olmak, kocasına ve çocuklarına bakmak, yemeklerini ve ütülerini yapmak,
onlar için bir düzeni devam ettirmek… Ve ne acıdır ki çoğu zamanda kocasının
hatta çocuklarının kariyerine basamak olmak; kendini unutma ve benliğinden
vazgeçme pahasına… Oysa ki hiçbir zaman bir erkekten beklenmez böyle şeyler…
Oğlan çocuk evde kimseye yardım etmek, iş öğrenmek, ütü ve yemek yapmayı bilmek
zorunda değildir. Daha o yıllarda annesinden hizmet almaya alıştırılarak
büyütülür; her gün çamaşırları yıkanır, ütüleri yapılır, yemek tepside önüne
gelir ve televizyon izlerken bir şeyler yer ayaklarını uzatıp… Evde kız kardeş
varsa o da ona hizmetle yükümlüdür. O kızlar, “Belli ki baba kralın varisi bu
küçük adama hizmet etmek için dünyaya geldik?” diye bile düşünmüşlerdir belki
zaman zaman? Anneleri ile beraber hem evin reisi babalarına hem de onun küçük
bir modeli olan diğer erkeğin hiçbir işe karışmadan, evin kadınlarından hizmet
almaları bu dünyanın kuralıydı öyle ya?
Enteresan
olan, bu kızlar ve kadınlar ileride evlenip eğer bir erkek çocuk sahibi
olurlarsa, oğulları büyüdüğü ve yuva kurmaya karar verdiği zaman ona bu hizmeti
sağlayabilecek kızları diliyorlardı Allah’tan. Hatta eğer gelinleri iş yapmaya,
evde bir işçi olmaya karşı ve eşitlikten yana tiplerse “Ne bu canım, kim
yetiştirmiş bunu böyle? Kadın dediğinin evinde görevleri vardır, ne demek ‘beni
eve gündelikçi mi aldın? Ben de çalışıyorum, seninle aynı saatte hatta bazen
daha geç işten eve geliyorum, yoruluyorum, benden evde de çalışmaya devam
etmemi bekleyemezsin’ demiş çocuğuma geçen gün! Ne ütü ne yemek, aa bu ne
canım?” diye dert yanıyorlardı ev sohbetlerinde.
Kendi
ağabeylerine, babalarına öfke ile büyüyor, kocalarından hep aynı konularda dert
yanıyor: Etrafa atılan kıyafetler, çoraplar, yemekten sonra kalkıp koltukta
uyuklamalar, hiçbir işin ucundan tutmamalar, çocukla sadece oyun oynayıp,
derslerine veya başka sorumluluklara çok aldırmayanlar… Kadın ruhuna hitap
edemeyen, kaba saba diye tanımlananlar… Kariyeri uğruna kadını bunalıma bile
sokabilen ki en doğal hakkı görür bunu… Yakınmalar aynıydı ama şikâyet eden o
mağdur kadınlar kendi erkek çocuklarını yine onlardan, yani bu mutsuzluk
kaynağı adamlardan birer tane olmak üzere yetiştirip, diğer zavallı kadınların
başına, hizmet bekleyen ve elini hiçbir işe sürmeyecek efendiler olarak
yollamaya da devam ediyorlardı… İstisnalar vardıysa da kaideyi bozacak kadar
değildi henüz.
Şimdi
kendisi de aynı şeyi yapmıyor muydu? Yusuf, odasında bilgisayarının başındayken
Selen onunla beraber sofrayı topluyor, annesine yeterince yardım ettiğine
inandığı anda ancak serbest kalabiliyordu. Küçüklüklerinden beri de böyle
olmamış mıydı? Hep kız olduğunu ileri sürerek bir sürü kural ve kısıtlama ile
yetiştirmemişler miydi kızlarını? Zaman zaman onlara karşı gelip “ya niye o da
yardım etmiyor sana, ben niye hep evde bir şeyler yapmak zorundayım, ben ona
niye su götürüyorum, kalkıp kendi alsın” deyip ayak direse de küçük kızları;
“şshh kızım o senin abin ayıp, hem bunları öğrenmen lazım” diyerek
susturmamışlar mıydı onu? Hep abisinin farkını ve ayrıcalığını hissetmemiş
miydi biricik kızı? Babası neyse de bunu ona yapan annesi olarak o da bir kadın
değil miydi işte?
Kendi
cinsine dayatılan bu itaatkâr kadın olma durumunu kim, nerede ve ne zaman
başlatmıştı ve kim değiştirebilecekti?
***
Neslihan Şadan BAĞDİKEN
www.neslihanbagdiken@blogspot.com