29 Haziran 2017 Perşembe

Her şey Kadınla başlar...şekillenir...evrilir...


Evet yazımın başlığı bu: "Kadın". Bu bir kelimenin yazıldığı beş harften çok daha fazla yer kaplayan daha büyük anlamlar içeren bir tanımdır aslında. Dünyayı, hayatı, yaradılışı, insanlığı, toplumları, öğretileri, kültürleri ve daha bir çok olguyu kapsayabilecek bir tanınmala beş harfe sığmaz ama onun ardındaki anlamı hepimiz biliriz. UNESCO'nun tanıtımlarından birinde şöyle der "Bir kızı eğitirseniz bir nesli eğitirsiniz" Nasıl? Çok büyük değil mi, iddialı, çok geniş, yüzyıllara yayılabilecek bir etki ve güçten söz ediyor. Bir kız gelecek koca bir nesli şekillendiriyor! Ne muazzam.! Peki yanlış mı? Asla! Ben, bu duruma ilk kitabımda biraz yer vermeye, vurgu yapmaya çalışmıştım. 

İlave etmeden geçemeyeceğim. Bir belgesel kanalında İsveç ile ilgili bir program izlemiştim. Kreşlerde ve okul öncesi eğitim veren kurumlarda çocuklara cinsiyet ayrımı yapmayan bir davranış biçimi ile hareket ediliyordu. Oyuncaklar, renkler, kıyafetler karma sunuluyor. Şu erkek işidir bu kız işidir benzeri bir dayatma asla yapılmıyor, seçim ve kullanım tamamen onların ilgi alanlarına bırakılıyordu. Sizce de bu dayatmaları biz başlatmıyor muyuz? "Erkek mavi kız pembe, erkek araba kız bebek...erkek sokakta kız mutfakta..." ve daha niceleri.

Kadına şiddet örneğin, en büyük dertlerimizden değil mi son yıllarda. Sizce nerede başlıyor şiddetin tarihi? Erkek bu hakkı(?) nereden buluyor kendinde? Kadın gelecekte kendi hemcinsine eziyet edecek türü büyütüp besliyor olabilir mi...ayrımında olmadan?!

İçinizdeki, O, Dünyayı değiştirecek, şekillendirecek Kadın'ın gücüne inanmanız ve farkına varmanız dileği ile ve tabii ki bu sihirli gücü gereği gibi kullanabilmeniz dileği ile aşağıda kitabımdan düşüncelerimi paylaşıyorum sizinle. 

"...ama seviyordum" kitabımdan bir bölüm: 

                           ***
Her zaman olduğu gibi en son annesi kalmıştı şimdi mutfakta. Kadına biçilen bu görev dünya kurulduğundan beri vardı herhalde? Neden kocası değil de o mutfaktaydı mesela? Böyle bir dağılıma kim karar veriyordu? Kurallar ne zaman ve nasıl konulmuştu? Çok az da olsa tersi bir örnek var mıydı acaba? Pek sanmıyordu. Kız çocuk belli bir yaştan itibaren evde anneye yardım eden, işleri öğrenen –ki bu kendi ailesini kuracağı zamanlara ilişkin ön bir eğitimdir- ama garip bir şekilde, geleceğinden endişe edilerek, kurslara, okullara gönderilen, bin bir stresle girdiği sınavı kazanırsa bir fakülteye kaydolan, okul ve eğitimler tamamlandıktan sonra işe giren, fakat ne olursa olsun tüm bunların önüne geçip hepsini silebilen tek bir olguya hazır olması beklenir: Evlenip, çoluk çocuk sahibi olmak, kocasına ve çocuklarına bakmak, yemeklerini ve ütülerini yapmak, onlar için bir düzeni devam ettirmek… Ve ne acıdır ki çoğu zamanda kocasının hatta çocuklarının kariyerine basamak olmak; kendini unutma ve benliğinden vazgeçme pahasına… Oysa ki hiçbir zaman bir erkekten beklenmez böyle şeyler… Oğlan çocuk evde kimseye yardım etmek, iş öğrenmek, ütü ve yemek yapmayı bilmek zorunda değildir. Daha o yıllarda annesinden hizmet almaya alıştırılarak büyütülür; her gün çamaşırları yıkanır, ütüleri yapılır, yemek tepside önüne gelir ve televizyon izlerken bir şeyler yer ayaklarını uzatıp… Evde kız kardeş varsa o da ona hizmetle yükümlüdür. O kızlar, “Belli ki baba kralın varisi bu küçük adama hizmet etmek için dünyaya geldik?” diye bile düşünmüşlerdir belki zaman zaman? Anneleri ile beraber hem evin reisi babalarına hem de onun küçük bir modeli olan diğer erkeğin hiçbir işe karışmadan, evin kadınlarından hizmet almaları bu dünyanın kuralıydı öyle ya?

Enteresan olan, bu kızlar ve kadınlar ileride evlenip eğer bir erkek çocuk sahibi olurlarsa, oğulları büyüdüğü ve yuva kurmaya karar verdiği zaman ona bu hizmeti sağlayabilecek kızları diliyorlardı Allah’tan. Hatta eğer gelinleri iş yapmaya, evde bir işçi olmaya karşı ve eşitlikten yana tiplerse “Ne bu canım, kim yetiştirmiş bunu böyle? Kadın dediğinin evinde görevleri vardır, ne demek ‘beni eve gündelikçi mi aldın? Ben de çalışıyorum, seninle aynı saatte hatta bazen daha geç işten eve geliyorum, yoruluyorum, benden evde de çalışmaya devam etmemi bekleyemezsin’ demiş çocuğuma geçen gün! Ne ütü ne yemek, aa bu ne canım?” diye dert yanıyorlardı ev sohbetlerinde.

Kendi ağabeylerine, babalarına öfke ile büyüyor, kocalarından hep aynı konularda dert yanıyor: Etrafa atılan kıyafetler, çoraplar, yemekten sonra kalkıp koltukta uyuklamalar, hiçbir işin ucundan tutmamalar, çocukla sadece oyun oynayıp, derslerine veya başka sorumluluklara çok aldırmayanlar… Kadın ruhuna hitap edemeyen, kaba saba diye tanımlananlar… Kariyeri uğruna kadını bunalıma bile sokabilen ki en doğal hakkı görür bunu… Yakınmalar aynıydı ama şikâyet eden o mağdur kadınlar kendi erkek çocuklarını yine onlardan, yani bu mutsuzluk kaynağı adamlardan birer tane olmak üzere yetiştirip, diğer zavallı kadınların başına, hizmet bekleyen ve elini hiçbir işe sürmeyecek efendiler olarak yollamaya da devam ediyorlardı… İstisnalar vardıysa da kaideyi bozacak kadar değildi henüz.

Şimdi kendisi de aynı şeyi yapmıyor muydu? Yusuf, odasında bilgisayarının başındayken Selen onunla beraber sofrayı topluyor, annesine yeterince yardım ettiğine inandığı anda ancak serbest kalabiliyordu. Küçüklüklerinden beri de böyle olmamış mıydı? Hep kız olduğunu ileri sürerek bir sürü kural ve kısıtlama ile yetiştirmemişler miydi kızlarını? Zaman zaman onlara karşı gelip “ya niye o da yardım etmiyor sana, ben niye hep evde bir şeyler yapmak zorundayım, ben ona niye su götürüyorum, kalkıp kendi alsın” deyip ayak direse de küçük kızları; “şshh kızım o senin abin ayıp, hem bunları öğrenmen lazım” diyerek susturmamışlar mıydı onu? Hep abisinin farkını ve ayrıcalığını hissetmemiş miydi biricik kızı? Babası neyse de bunu ona yapan annesi olarak o da bir kadın değil miydi işte?

Kendi cinsine dayatılan bu itaatkâr kadın olma durumunu kim, nerede ve ne zaman başlatmıştı ve kim değiştirebilecekti?
                          ***

Neslihan Şadan BAĞDİKEN
www.neslihanbagdiken@blogspot.com



20 Haziran 2017 Salı

TERÖR - GÜNDEM ve BİZ!

Yetmez mi? Biraz huzur ne olur!
Başımız döndü, hangi yöne bakacağımızı şaşırdık!

Güzel ülkemde özellikle son aylarda yaşanan olaylara ve gündemlere bakınca siz de yorulduğunuzu ve yıprandığınızı hissetmiyor musunuz?

Sizi bilmem ama ben çok yoruldum! Neredeyse tek bir günümüz yok ki kötü bir haber almayalım, moralimizi bozacak yeni bir gelişme olmasın. Her haftaya başka bir gündemle, yeni üzüntülerle başlar olduk. Her yeni güne “bu gün acaba ne olacak?” diye uyanmaya başladık. Yüzlerimiz gülmüyor. Ruh halimiz kötü.

Suçlu aramayacağım bu yazımda, siyasi yönlere gitmeyeceğim, sadece milletçe bozulan psikolojimize yönelik bir tespit üzerinde duracağım.

Her sabah, her gün bitişi ve artık her gün ortası şehit haberleri alır olduk.
Geçenlerde şehit olan asker eşi Pınar’a bu sabah bir de asker kızı eklendi, Buse, daha 17 yaşında idi. Gencecik fidanlarımızı toprağa veriyoruz yıllardır... Hepsi ana kuzusu. Yaşları 20 de olsa 35 de onlar annelerinin biricik bebekleri. Onların yitişleri sözün bittiği, boğazımızın düğümlendiği yer.
Benim ve bizlerin bu yorgunluk ve yıpranmışlığımız onların, şehit ailelerinin ve yakınlarının acısı yanında devede kulak değil, bir kıl tanesi olabilir ancak.

Liderlerimiz hemen her gün yaptıkları konuşmalarda yüksek tondan bir yerlere çatmaya başladılar ve bu tonun seviyesi her geçen gün daha da yükseliyor. Artık televizyon açmak, haberlere bakmak gelmiyor içimizden. Son zamanlarda gazete haberlerine okuyucular tarafından yapılan yorumlara dikkat ederseniz benzer ifadeleri bulacaksınız. Bu öfke seli bizi ruhen çok etkiliyor. Diliyorum birileri, örneğin başbakanın danışmanları halkın giderek kötüye giden bu ruh halini gözlemleyerek gereken bilgilendirmeleri yapıyorlardır.

İşim gereği, geçmiş yıllarda birçok Avrupa ülkesine seyahatlerim oldu. Gözlemlerimden vardığım ortak ve beni en çok ilgilendiren sonuç “insana ve insanca yaşamaya” verilen değer. Örneğin, daha caddeye adımınızı atar atmaz, ister yaya geçidi olsun ya da olmasın frene basıp size yol veren sürücüler, otobüs duraklarında elektronik cihazlara gitmek istediğiniz yönü yazıp karşısında beliren fiyatı makineye atarak bilet alabilmek, evcil hayvanlarınız için bile hem de… Yine o toplu taşıma araçlarına engelli yurttaşların rahatça binebilmesi için zırlanmış olan düzenekler her birinde mevcut, sadece birkaç araçta değil hepsinde. Rahatça yürünebilen, ideal yükseklikte kaldırımlar, metro ve yaylı başka sistemler sayesinde çabuk ulaşım ve daha sayabileceğim bir yığın medeniyet örneği uygulama. Çalışma saatleri bizden daha azdır, saat 16:00-17:00 gibi çoğu iş yerinde mesai biter. Kimse, bizde olduğu gibi "acaba saat 18:00'de çıksam, sorun olur mu?" diye stres yapmaz kendine. Hele Cuma günleri neredeyse öğleden sonraları kimseyi bulamazsınız, "haftasonu çalışmak mı?" MÜMKÜN DEĞİL! Yıllık izinler 4-5 hafta gibi kesintisiz sürelerde kullanılır. Halkın, eğitim ve okuma düzeyleri de çok yüksek. Belki de aramızdaki en büyük fark ve çok şeyin sebebi bu yüz yıldan fazladır bir türlü arayı kapatamadığımız.

Fakat bunlardan ayrı başka bir olgu daha vardı dikkatimi çeken o da televizyon yayınları. Haber saatlerinde bile sakin sunumlar. Asla gürültü ve kargaşa yok. Normal bir ses tonunda, güzel güzel aktarılan haberler. İnsanlar huzurlu, gündem böylesine karmaşık ve yorucu değil. Kimse TV ekranından kafalarına kafalarına, gürültülü müzikler, davullar eşliğinde “şok şok şok” diye vurmuyor son dakika gelişmelerini. Siyasetin, gündelik devlet ve hükümet politikalarının içinde bizler gibi yoğrulmuyor o insanlar. İş hayatlarında yorulmamak ve refah düzeyi de buna eklenince 80-85 yaşında dünyayı dolaşan mutlu turistler hiç şaşırtmasın sizi.

Ya bizde? Hepsi tam tersi değil mi?
Neden sinirlerimiz laçka oldu biliyor musunuz? Çünkü bunlar, yani; sönen hayatlar, şehit haberleri, oluşturulan gündemler, siyasi gelişmeler, hükümet ve muhalefet işliklileri, trafik kazaları ve benzeri konular bizim müdahil olabileceğimiz, etkin olarak içinde yer alabileceğimiz alanlar değil de ondan. Yani kaç saat o yayınları izlersek izleyelim, bütün gazeteleri, her yorumu ne kadar okursak okuyalım yapacağımız bir şey yoktur. Bize düşen sadece izlemektir. Sesimizi çok fazla duyurma olanağımız yoktur siyasilere, ilgililere. Ya da duymazdan gelirler. İşte zurnanın o tiz sesi çıkarttığı yer de burasıdır tam olarak. Çünkü insan, sesi duyulmadığı ve etkin olmadığına inandığı anlarda sinirlenir. Bu ruhsal durum onu yıpranmaya götürür en sonunda. Bize de olan bu. Zaten yorucu günlük hayatlar, geçim derdi, iş ve maddi sıkıntılar derken üzerine bunlar da eklenince seyreyelin halimizi.

Demokratik bir ülkenin vatandaşı olarak yapabileceğimiz tek şey vakti geldiğinde, sandık önümüze konduğunda bunlara son verebileceğine, sesimizi duyacağına, huzur ve refah getireceğine inandığımız insanları seçmektir ancak. Veya zaman zaman özellikle işçi sendikalarının veya sivil toplum kuruluşlarının düzenlediği mitingler, yürüyüşler demokrasinin belli sınırlar çerçevesinde bizlere tanıdığı sesimizi duyurma alanlarıdır. Ama o kadar. Zaten böyle de olmalı.

Belki de en iyisi haberlerden, haber programlardan biraz uzak durmak ya da ölçülü bir biçimde yanaşmak diye düşünenlerimiz oldu. Haberdar olmak ama çok fazla içine dalmamayı seçenlerimiz… Ama o da mümkün değil artık, kaçacak yerimiz kalmadı!

Güzel ülkem için, Türkiye Cumhuriyetinin birlik ve bütünlüğü için, cesurca çarpışan askerlerimiz için dua etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Ve kavgaları, oy kaygılarını bırakıp; sağı solu, şu bu partisi demeden tek yürek tek vücut bir millet olabilmeyi diliyorum başta siyasilerimize ve tüm kurumlarımıza.

Yüz yıllardır ve özellikle de 1915’ten beri birilerinin yani "dış güçlerin" bu muhteşem toprakları parçalamak, parsellemek istediği zaten aşikâr, yeni bir durum değil ki ama bunu yeni bir durum gibi algılayıp da yakınmak değil yöneticilerimize düşen... Buna göre önlemler alıp, gerekli analizleri yapabilme kabiliyetinde olmak, tarihsel boyutta bir dünya görüşüne, bilgisine sahiplikle dış ve iç politikalar geliştirebilmektir lider ve hükümet olmak. Kısacası onlara fırsat verecek ortamları yaratmamaktır.

Her seferinde sarıldığımız bir kavram olarak, "Dış güçlerin" bizimle ilgili emelleri tanıdık ve çok bilindik ama... aması, amaları var.

Allah yardımcımız olsun!

Neslihan Şadan BAĞDİKEN

2012 ve Kıyameti beklerken

İnsanlık, son zamanlarda doğanın gücünü daha fazla hissetmeye başladı. "Koskoca Amerika" dediğimiz ülke bile kar ve soğukla başa çıkamayışının acizliği ile anılıyor bu günlerde. Kar durdu ama Newyork gibi büyük bir şehirde toplanamayan çöpler yığın halinde, halk şikayetçi. Rusya da bu soğuklar nedeni ile sorun yaşıyor, elektrik kesintileri oluyor.

Geçen gün Irlanda'da, elinde bidonlarla belediyenin su dağıtım araçları başında bekleyen kadınları gördüğümde "Tamam" dedim "Dünyanın sonu geldi"

Bu son, fiziken dünyanın ve hayatın sonu olmasa da insanın neredeyse kölesi haline geldiği maddenin, maddeciliğin sonu olacak...bana göre. Algılar değişecek. Teknolojinin ve paraya bağlı her şeyin ne kadar yetersiz ve anlamsız olduğu görülecek. Bunun ayrımında olanlar tabii ki hep vardı ama daha genele yayılacak bu farkındalık. İnsanlık, doğa karşısında ne kadar aciz olduğunu özümseyecek. Elinde bulundurduğu güç ve zenginliğin boyutları ne olursa olsun tabiat ile başa çıkamayacağını iyiden iyiye anlayacak.

Avustralya'da sel felaketi yaşanıyor. Su yüksekliği 9 metre! Bir kasaba aniden ada haline geldi. "Küçük bir Nuh Tufanı" tanımlaması yapılabilecek boyuta ulaşan bu afet insanın doğa karşısındaki çaresizliğine başka bir örnek.

Yaşanan ekonomik krizler de diğer bir gösterge. Bir anda her şeyin altüst olabileceğinin ve garantilerin olmadığına dair çaprıcı bir örnek. Etkileri halen sürüyor. Henüz bittiğini de kimse söyleyemez ve başka nasıl etkilerinin olabileceğini de.

Neredeyse tüm Dünya insanlarının uzun vadeli plan yapmaktan, aşırı harcamalardan kaçınarak yaşadığını rahatlıkla söyleyebilirim. İstisnalar vardır tabii ama genel eğilim böyle. Çünkü git gide küreselleşen Dünya'da, bir ülkede yaşanan en ufak kriz başka ülkeleri de kolaylıkla etkileyebilmektedir. Daha önce de ekonomik buhranlar oldu. Son gerçekleşenin diğerlerinden farkı belki de bu kez devamının ve etkilerinin öngörülemez oluşu? Ekonomistler çok sağlıklı öngörüler sunamaz haldeler. Halen daha sarsıntının tam olarak bitmediği, bazı alanlarda yine sıkıntılar yaşanacağı, toparlanmanın yeterince hissedilemediği vb gibi açıklamalar yapıyorlar. Tabii ki bunlar temkinli açıklamalar. Belki de fazlası var ama bu kadarla sınırlamayı uygun buluyor olabilirler?

Genel olarak yaşananlara baktığımda insanlığın ne kadar gelişirse gelişsin hem doğa hem de maddesel koşullarla başa çıkmayı çok da başaramadığını net bir şekilde görebiliyorum. Aslında çoktandır biliyordum ancak, olanlar, benim gibi düşünenlere inanmayanları "acaba?" dedirtecek ve uyaracak noktaya getirmesi açısından önemlidir.

Tüm zenginliğine ve teknolojisine rağmen bir kaç günlük yoğun kar yağışı ve soğukla ne hale geldiğini gördüğümüz ABD. Aynı şartlar altındaki Avrupa. İrlanda'nın 12 gündür susuzlukla başa çıkma uğraşları. Su dağıtım araçlarının başında oluşan uzun kuyruklar verilen mesajın aslında ne kadar ciddi olduğunu düşündürdü bana. Kimin mesajı mı?: Tabii ki Tanrı'nın.

Siz nasıl dilerseniz öyle tanımlayın "doğa, tabiat ana, evren, yerçekimi" Ben ona Allah diyorum. Onun yarattığı bu muazzam sistem her ne zaman insan tarafından yanlış kullanıldı ise başlarına aynı felaketler geldi. Şu anda yaşanan da diğerlerinden farksızdır. Elinde bulundurduğu - ki kaynağı da yine Tanrı'ya ait olan- güçlerini öyle abarttı ve gözü döndü ki kendini yenilmez bir konuma oturtmaktan hiç çekinmedi. Tıpkı Mısır firavunları gibi... İnsan, kendini yeryüzünün Tanrı'sı ilan etti. Şöyle bir baktığımızda NASA'nın çalışmaları, internet, iletişim araçlarının ulaştığı boyut, teknolojik aletlerin akılalmaz gelişimi, haftalar öncesinden hava tahmini yapabilen gözlem evleri, tıbbi alanda çığır açan buluşlar benzeri tüm çalışmalar hepimizi hayrete düşürecek ölçülerde. Kendini kopyalayabilen robotlar yapılıyor, akıllı silahlar icat edildi. Cruise kontrollü arabalar ve günlük yaşamı kolaylaştıran nice icat, araç gereç... Ama sonuç? Bir volkan, deprem, tusunami, fırtına, kar, soğuk; doğanın başını en ufak bir kaldırışında hepsi yerlebir oluyor. Haberleşme bitiyor, ulaşım duruyor, elektrik kesiliyor. Bir anda kendi yarattığı teknoloji tarafından yalnız bırakılıyor insanlık. Eli kolu bağlı "ilkel" diye nitelendirdiği çözümlere muhtaç kalıyor.

Küresel ısınmanın etkileri bilim adamlarınca yıllardır görüşülüp tartışılıyor. Bu çalışmalar doğrultusunda bilinen bir gerçek de bazı Avrupa, Asya ve Amerika ülkelerinin sulara gömüleceği. Örneğin Newyork'un büyük bölümü en az 6-7 metre derinliğindeki suyun altında kalacak. Manhattan'a birer mühendislik harikası binaları, gökdelenleri diken güç, onların sular altına gömülmesini çaresizlik içinde izleyecek. Alınacak önlemlerin ne kadar işe yarayacağından kimse emin değil. Yapılacak bir şey yok.

Güneş, ayrı bir tehlike olarak günlerimizi aydınlatmaya devam ediyor. Yakında meydana geleceği öngörülen patlamaların Dünya üzerinde iletişimi ciddi anlamda etkileyeceği biliniyor. Bilim adamları bu etkilerin bizleri neredeyse taş devrine geri götüreceğini söylüyorlar.

Son günlerde yaşanan toplu balık ve kuş ölümleri de cabası. Gökten ölü kuş yağıyor. Nedenlerini araştırıyor bilim insanları. Ne olursa olsun bir şeylerin yanlış gittiği ortada. Bu bir tehlike sinyali olabilir.

Tüm bunlar birer gerçek olarak başımızın üzerinde Demoklesin kılıcı gibi asılı duruyorken insan hangi güçten ve tanrısallıktan bahsedebilir?

Her şey bu kadar pamuk ipliğine bağlıyken, kölesi haline geldiğimiz maddesel güçler ve para bizi nasıl kurtaracak? Daha doğrusu kurtarabilir mi? Bence hayır!

Söz paraya ve maddiyata gelmişken... Dünya nimetleri tüm insanlığa sunulmuştur. Sadece bazı belli başlı kişilere değil. Ama ne yazık ki en fazla güce sahip olma hırsı galip gelmiş ve buna etken olacak güncel kaynak her ne ise; insan, onu tek başına ele geçirmek için savaşmayı seçmiştir. Yani kan döküp diğerlerini öldürmeyi.

Maddeye sahip olmak için öldürme eylemi aklımın almadığı bir olgu. Bunu yapan kişinin kendini ölümsüz ve herkesten üstün addettiğine inanıyorum. Bir saniye sonrasını bile kestiremeyecek kadar hayatının kontrolünü elinde bulundurmayan faninin nasıl olup da her şeye bu derece bir hırsla sahip olma arzusunda olduğunu mantığım yanıtlayamıyor. Kaldı ki insan, kendi bedeninden tek bir kılı bile öbür tarafa götüremezken Dünya malına düşkünlüğü içinden çıkılamaz derecede bir ironi.

İnsanlığın geçmişi doğal afet öyküleri ile dolu. Tabii ki Dünya tarihinde başımıza gelenler bir ilk değil. Ama yaşadığımız hayal kırıklığı belki de bir ilk? Yüz yıldan fazladır yapılan icatlar ve teknolojik ilerlemeler bizleri öyle bir boyuta getirdi ki "Tamam, artık Tanrı'nın dokunuşuna ihtiyaç yok" deme noktasına ulaşan Dünyalı, bir tokatla sahip olduklarının yerle bir olacağını anlamanın, aslında meydana getirdiği milyarlarca liralık teknolojilerin çok da işe yaramadığını, hala çok çaresiz ve küçük kaldığını, doğa karşısında "ilkel yaşamışlar" diye burun kıvırdığı taş devri insanlarından farksız oluşunu görmenin hayal kırıklığını yaşıyor.

Stefan Hawking bile tıkanmış, evrenin oluşumunu "yerçekimi" gücüne bağlayarak aslında başa çıkamadığı Tanrı fikrine gönderme yapmıştır. Kaldı ki çoğu bilim adamının hala açıklanamayan olgular karşısında yaşadıkları benzer durumlar söz konusu ise bir es vermenin zamanı gelmiştir. İnsan, kendini beğenme ve tanrısallaştırma durumuna bir es vermelidir.


Bunca ilerlemeye rağmen kanser hala tedavisi olmayan bir hastalık olarak aramızda dolaşıyorsa bir kere daha düşünmemiz gerekir. İzlanda'da volkan patladığında koskoca bir kıtada hava ulaşımı duruyorsa, keza kar hayatı kesintiye uğratıyorsa, yükselen denizlere, yüz binleri yutan dalgalara, hortumlara, depremlere karşı hala kendini kurban gibi hissediyorsa insanlık, hele hele ölüm hala en başından beri teslim olduğumuz tek gerçek ise... Kendimizden başlayarak algı ve davranışmarımızı değiştirmenin zamanıdır. Aslında geç bile kalınmıştır ama yine de işe yarayacağına inanıyorum.

2010'un son bombası olan Wikileaks belgeleri bile bir gösterge değil midir? Hepimizin politikaya, hükümetlere, siyasetçilere bakış açımızı iyiden iyiyde değiştirip, gözlerimizi açmadı mı? Yıllardır çoğu kimseye aykırı gelen söylemleri savunan kişiler -ki ben de onlardanım- yani Dünya üzerinde siyasi haritalar içinde yaşananların bazı devlertlerin ve güçlerin senaryoları olduğunu ileri sürmekle haksız olmadıklarını kanıtlamadılar mı? Gerçek atık saklanamıyor. Wikileaks belgelerinin belki de en çok gözümüze soktuğu bu. Onun bile bir planın parçası olduğunu iddia edebilirsiniz. Olabilir. Ama hepimizin hem fikir olacağı nokta bu belgelerin Dünya düzeninin artık eskisi gibi olamayacağının apaçık delili olduğudur.

Artan bir sıklıkla yaşanan doğa olayları birer mesajdır. Yanlışlarımızı anlamamız için sunulmuş fırsatlar demek bile doğru olabilir. Fırsatı kullanıp kullanamayacağımız bize bağlı.

Diyeceksiniz ki "Pakistan'da yaşanan sel benzeri afetler neden o fakir ülkelerin başına geliyor?"
Aklı ve onun gücünü inkâr etmeleri ve inançları çerçevesinde tembelliği ve kaderciliği kolayca seçmelerinden olabilir mi?

"Peki ABD benzeri ileri düzeyde ülkelere verilen mesaj?" derseniz. Onu yanıtlamak daha da kolay değil mi? Yazmaya gerek bile duymuyorum...

Yine diyebilirsiniz ki "Hem gücümüz bir işe yaramaz diyorsun hem de aklını kullanmayan, önlem almayan insanlara mesaj verildiğini söylüyorsun"

Zaten O'nu yani Tanrı'yı ve sistemini anlamak bu kadar kolay olsaydı binlerce yıllık Dünya tarihimize gerek kalmazdı. Çoktan kovulduğumuz yere geri dönmüş olurduk. Sorun, bizden beklenen dengeyi bir türlü kuramıyor ve yollanan elçileri ve onların ilettiklerini yanlış anlayarak, saptırmış olmamızda yatıyor olabilir mi?

Belki de en başta değinmem gereken duruma en sonda değiniyorum ama sıralamada onu bir yere koyamadım sanırım. İnsan, giderek acımasız, öfkeli, duygusuz hale geliyor. Sanal alemlerde binlerce "sanal" arkadaşı olduğuna inanarak, fiziksel ve duygusal temaslardan uzak yaşamaya doğru artan eğilim beni ürtüküyor. Ahlak değerleri sorgulanacak boyutu belki de geçti?
Kısaca insan, daha da kötüleşiyor. Genele baktığımda, yakın yıllar içinde daha fazla şiddet içeren, vicdan ve acımadan uzak bir ortamın içinde kalınacağını düşünüyorum. Hayatta kalmak uğruna birilerinin diğerlerini gözünü kırpmadan ezip geçeceği ruhsuz, insanlığımızdan uzak bir zamana doğru ilerliyoruz. Bizi "kıyamet alameti" olması açısından en çok korkutması gereken de sanırım bu?


21 Aralık 2012'yi beklerken yapmamız gereken kibirden, hırslarımızdan, aç gözlülüğümüzden kurtulup, birbirimizden hiç bir şekilde üstün olmadığımızı kabul ederek, kavgasız ve paylaşım içinde, en önemlisi İnsan Yanlarımızı hatırlayarak yaşamayı öğrenmektir. Belki 2012'de hiç bir şey olmayacak? Kıyamet diye beklenen -ki kelime anlamı da budur- belki de insanlığın uyanışıdır? Ve belki de çoğumuz zaten farkında olduklarımız sayesinde çoktandır bu uyanış sürecinin içindeyiz? Dilerim öyledir...
Birand - Bir Ömür Ardına Bakmadan

Son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitaplardandı Can Dündar'ın yazdığı bu biyografi. Okunmaya değer bir hayat hikayesi Can Dündar'ın güçlü kalemi ile harmanlanınca daha da zevkli bir hal almış.

Kitabı bitirip kapağını kapattığımda karşılaştığım Mehmet Ali Birand'ın fotoğraflarına bakıp hüzünle düşündüm. "İnsan, neredeyse hayatı boyunca bu kadar zorluk, sıkıntı ve acı çekmeye nasıl dayanır.?" "Dayanmaktan da öte tüm bu olumsuzluklara rağmen nasıl olur da artan bir hırsla savaşmaya devam eder ve zirveye oturabilir hele de bunalıma girip kendini derin inzivalara kapatmadan?" diye başka bir soru ilave etmek daha doğru olur.

Renkli kravatları ve onlara uyumlu saatleri ile her akşam saat 19:00'da sözleştiğimiz güler yüzlü o adamın sahip olduğu güce, zenginliğe, mevkiye gıpta ederek izlerdik. Ama kitabın sayfaları arasında ilerledikçe bütün bu düşünce ve yargılarım birden bire değişiverdi. Ani bir acıma duygusu yerleşti onların yerlerine. Bir insan olarak hayatının çoğunu sıkıntılarla geçirdiğini, mutluluğa ve huzura kalan zamanının toplamın çok küçük bir dilimi olduğunu görmek beni hüzünlendirdi.

MAB'e yani Mehmet Ali Birand'a bunları bizimle paylaştığı için teşekkür etmek gerekir. Çünkü öyle bir hikaye ki onunki hepimize ders olabilir. Hiç ama hiç bir güçlüğü engel kabul etmeyen, çekilmek yerine onlarla savaşmayı seçen, asla ardına bakmadan daima bir sonraki hamlesine odaklanan bu adamın yaşadıkları hepimize, hele de en ufak bir sorun karşısında yelkenlerini suya indirerek kaçanlara örnek ve ders olmalı. Kaçmayı seçmek en kolayıdır, oysa asıl olan üzerine gidebilmek ve zaferle çıkmayı başarmaktır.  Bu kitapta bizlere aktarılan hayat bize yılmadan savaşmayı öğretiyor. Ben onun yaptıklarını kendime örnek alacağım. Aksi aptallık olur. Çünkü o kadar büyük zorluk ve sıkıntılarla başa çıkmayı başarabilmiş ve hayatını zirvede hem de istediği şekilde tamamlayabilmiş bir adamın hikayesi bu. Ölümü ile gündemi günlerce sarsabilen, Teşvikiye'den farklı düşüncelerden, devletlerden, dinlerden ve mevkilerden ki aralarında çok önemlilerinin de yer aldığı muazzam bir kalabalığın uğurladığı, ölümüne bile gıpta ettiren bir adamın hikayesi.

Kitabın bir yerinde, rahmetli Abdi İpekçi'nin ona yaptığı kendi değimi ile bir "ağabey tavsiyesi" de gerçekten harika "Yediğin gole ağlamayı bırak, gol atmaya bak" Hepimizin kulağına küpe olsun.

Eften püften dertlerle kendine eften püften bahaneler bularak hayat karşısında sinenlerimize özellikle öneriyorum bu kitabı.

İyi okumalar,

D&R Capitol - Yeni Çıkanlar :)




"Bedenim Bana Ait" raflarda...

Son Baharda Balayı Önerileri


Şimdi, Ağustos ortasında bu yazı ne alaka diyebilirsiniz... Erken mi? Değil tabii ki. Hatta geç bile. Çünkü tatil işi hele de ülke dışına olması düşünülüyorsa birkaç ay erkenden ele alınması, plan ve program yapılması gereken bir konudur. Bir de bu balayı ise durum daha da önem arz eder.

Tebrikler, nihayet evlendiniz!
“Bir ömür boyu mutluluk” dilekleri hala çınlıyor kulaklarınızda değil mi? Ve sonunda kocaman bir oh çekme zamanı şimdi… Onca zamandır yaşanan stres, yorgunluklar, heyecanlar, hazırlıklar... Düğün günü tavana vurdu hepsi biliyoruz. Öyleyse, adına Balayı dediğimiz; eşinizle, herkeslerden ve ailelerden uzak (tabii ki onları çok seviyoruz ama şimdi aile olma sırası sizde ) sadece ikinizin baş başa geçireceği güzel bir tatili çoktan hak ettiniz. Belki bilmeyenleriniz vardır diye, dağarcığınıza bir bilgi olarak atalım yeri gelmişken: Balayı kavramına adını veren; Bal Şarabıdır. 12. Yy da ortaya çıktığı biliniyor. O devirde çiftler, doğurganlıklarını arttırmak amacı ile evliliklerinin ilk bir ayında “Bal şarabı” tüketirlermiş. “Hadi canım, öyle şey olur mu; balla, şarapla falan doğurganlık artar mı?” demeyin içinizden, varmış bir bildikleri demek; bakınız dünya nüfusu… :)

Ne diyorduk? İmzalar atıldı; aileniz, o günü paylaşmayı seçtiğiniz dostlarınız iyi dileklerle uğurladılar sizi yeni yuva ve hayatınıza. Geride kalan en büyük streslerden biri de belki düğün seremonisi kadar önemli olan balayınızı planlamaktı değil mi? Gidilecek bir yer bulma işi çıkmıştı karşınıza. Öyle bir yer olmalı, öyle planlanmalıydı ki iple çektiğiniz, kim bilir üzerine ne hayaller kurduğunuz o kısa dönem bir kâbusa dönüşmesin… Umarız ki tavsiye ve tercih edileni de budur; haftalar hatta aylar önce yaptınız programınızı da rezervasyonlarınızı da… Yapamadıysanız da gelin yardımcı olmaya çalışalım size.

Derler ya; “Mükemmellik ayrıntıda saklıdır” eğer benzersiz güzellikte, sorunsuz bir tatili hayal ediyorsanız, önemsiz gibi görünen detaylara çok dikkat etmelisiniz. Sizler bu telaş ve yoğunluk içindeyken işinizi kolaylaştıralım, yerinize düşünelim ve Balayına çıkmadan önce dikkat etmeniz gereken konular hakkında faydalı bazı ipuçlarını bu sayfalarda anlatalım istedik.
Mevsim sonbahar; hüzün zamanıdır demeyin; soğuyan güneşe, sararan yapraklara aldanıp… Birçokları için kavuşmadır… Hepimizin hayatında sabırsızca beklediği bir Eylül olmuştur mutlaka. Yaz, yerini kışa bırakırken, doğanın ve onun birer parçası olan bizlerin de yeni mevsime adapte edilmeye çalışıldığı bir süreç gözüyle bakarım ben bu aylara, öğretisine saygı duyarım… Tatil için ideal zamanlardır; ne çok sıcak, ne de soğuktur günler… Rahat rahat güneşlenilir sahilde bunalmadan. Görülmesi gereken yerler eziyet olmadan gezilir… Geceler de öyledir sonbaharda; itelemez tenler birbirini sıcak bahanesiyle.
Dolayısı ile artık Akdeniz, İspanya, İtalya, Yunanistan, Mısır, Tunus, Dubai, Güneydoğu Asya, Hindistan, Uzakdoğu ülkeleri, puronun ana vatanı Küba, Arjantin ve tabii ki Türkiye balayınızı geçirmeniz için uygun ülkeler. Sıcaklığın düşmeye başladığı Kuzey Avrupa ve kuru iklimin sona ereceği Endonezya için ise Eylül son şans! Orta Amerika, Karayipler ve muson yağmurlarının başladığı Güneydoğu Asya’da ölü sezondur artık.
Fiyatların da daha makul seviyelere ulaştığı, özellikle yurtiçinde sezon fiyatlarının neredeyse yarısına indiği bir dönemdir Sonbahar.
Attığınız imza ile ortak bir hayatın kapısından girmeyi de taahhüt etmiştiniz değil mi? Sınav zamanı: Bunun sınanacağı, ikinize ait ilk zaman dilimidir işte balayınız; her şeye birlikte karar vermeli ve sonucunda yaşanacak hazzı da birlikte tatmalısınız.
Önce şu soruları sormalı ve cevaplamalısınız beraberce:
Nasıl bir balayı istiyoruz? Hareketli ve macera dolu mu yoksa tembellik yapabileceğimiz daha romantik bir tatil mi? Kendinizi tanımak ve zevklerinizi bilmek en şükür edilesi erdemdir böyle zamanlarda… Güneş ya da kar mı? Sahil ya da yeşillikler içinde bir nehir kıyısı mı? Yurt dışı yoksa yurt içi mi? Balayı paket programlarını mı alalım yoksa kendimize özel bir tur planı mı yapalım? Yeri gelmişken kesinlikle gurup turlarına katılmayın. Yaşanma olasılığı yüksek iptaller canınızı sıkabilir. Sorularınızı cevapladınız ve ne istediğinize karar verdiniz. En can alıcı soruya geldiniz: “Bütçemiz ne kadar?”
Bütçenizi de ayarladıktan sonra yolu yarıladınız demektir. Gözünüz aydın! Artık işiniz daha da kolay. Birbirinden farklı imkânlar sunan seyahat acenteleri, uygun seçimleri yapmanızda çok faydalı olabilirler. Ama bir uyarı; size önerilenlerle ilgili olarak aktarılan bilgilerin doğruluğunu araştırmanız yerinde olacaktır. Çevrenizden de yardım almanızı öneririz ki bu en garantili yollardan biridir; denenmiş ve tecrübe edilmiş olan böyle zamanlarda inanın hazine değerindedir…Taleplerinizi, hayallerinizi çok net ve eksiksiz olarak bildirmeye ve hiçbir detayı atlamamaya özen gösterin ve balayı çifti olduğunuzu mutlaka belirtin acenteye. Bu hem daha iyi bir odaya sahip olmanıza hem de sizin için hazırlanan hoş sürprizlerle karşılaşmanın sevincini yaşamanıza fırsat tanıyacaktır. Aldığınız paket turun, konaklama, transferler vb bütün gizli masrafları içerdiğinden emin olun.
Ayrıca cebinizde veya kolayca ulaşabileceğiniz bir hesabınızda planladığınız bütçenin %25 kadarını bulundurun ki “ben buna hazırdım” gülümsemesi yayılsın yüzünüze, hayatın olası şakaları karşısında. Hemen, düğün ertesi güne yapmayın ulaşım rezervasyonlarınızı… İmkânınız var ise, evde bir-iki gün dinlenmek hem bedenen hem de ruhen daha dingin bir başlangıç sağlayacaktır ikinize de.
Yurt dışına çıkmaya karar vermişseniz kızlık soyadınızı da kullanmalısınız biletlerinizi alırken. Böylece pasaport kontrolünde yaşanabilecek aksaklıkları da engellemiş olursunuz. Yurt dışı demişken devam edelim: Bir veya birden çok aktarma yapılacaksa el bagajlarınızı hafifletin, fazla sayıda bagajı kabine almayın. Bazı terminaller arası uzun mesafeler bir eziyet haline gelebilir. Hala bir rüya âlemindesiniz biliyoruz ama gelin siz temkinli olun ve bavullarınıza değerine uygun bir poliçe olmak kaydı ile sigorta yaptırın. Ne olur ne olmaz… O ülkeye ait bozuk paraları da yanınızda bulundurmanız acil ufak tefek harcamalarda yararlı olacaktır.
Gideceğiniz bölgenin mevsimsel özelliklerini öğrenmelisiniz seyahat öncesi hazırlıklarınız için. Böylece yanınıza almanız gerekenlerle ilgili detaylı bir liste yapmanız kolaylaşır. Valizlerinizi bu listeye göre hazırlayın.
Seyahatin olmazsa olmazı ve en önemli araçlardandır eşyalarınızı koyacağınız bavullarınız. O nedenle sağlamlığına, kilitlerine, tekerlekli (askılı) ve diğerlerinden ayırt edici bir özelliği olmasına özen gösterin. Size ait olduğunu belirten etiketleri bulunsun örneğin üzerlerinde.
Seyahat dokümanlarınızı, evlenme cüzdanınızı, pasaportlarınızı, biletlerinizi, varsa sürekli kullandığınız ilaçlarınızı mutlaka el çantanıza alın. Uçağa ya da bu tatil için tercih ettiğiniz ulaşım aracına binerken bir ceket veya hırka bulundurun yanınızda. Kendi aracınızla balayına çıkmanızı tavsiye etmeyiz, uzun mesafelerde yorucu olacaktır. Böyle bir şeye karar vermişseniz konaklayarak gitmeniz daha faydalı olur.
Kozmetik veya bakım eşyalarınızı seyahatler için tasarlanmış küçük boylardan seçin. İç giyimin yolculuktaki rahatınızda payı daha fazladır dış giyiminizden. Ayrı bir özen göstermeniz yerinde olur. Ayakkabı seçerken de tatilinizde yapacağınız aktivitelerinizi, giyeceklerinizi göz önünde bulundurun. Romantik akşamlar için mutlaka bir abiye kıyafet olsun valizinizde. Kıyafetlerinizi seçerken kumaşlarına da dikkat etmelisiniz; kolay kırışmayan, çabuk kuruyan, çok yer kaplamayan şeyler almaya dikkat edin. Ani sıcaklık değişimlerinde zorlanmamak için kalın ve ağır giyecekler yerine hafif olanları kat kat giymek kurtarıcınız olacağı gibi daha az yer kaplayacaktır çantanızda. Bavulunuza aldığınız birkaç boş ve temiz torba imdadınıza yetişecektir; kirlileriniz, ıslak giysileriniz veya kırılma tehlikesi olan eşyalarınız söz konusu olduğunda. Fotoğraf makinesi, kamera ve şarj aletinizi aldığınızdan emin olun. Hatta listenizi bir kere daha kontrol edin ki gideceğiniz yere vardığınızda ya da yolda “Hay Allah!” diyerek vurmayasınız alnınıza... :)

Sonunda o beklenen gün geldi çattı; ocakları, fişleri, elektrikleri, vanaları kontrol edip, güzelce kilitlediniz yuvanızın kapısını. Durun! En önemli ve son önerimizi yapalım size tam da bu noktada: Olabildiğinizce pozitif olun, yaşanabilecek olumsuzlukları göz ardı etmeyin, çıkabilecek aksiliklere dertlenmeyin, gereğinden fazla büyütmeyin… Sorunlara takılırsanız aylardır özlemle beklediğiniz, özenle hazırlandığınız bu güzel zamanı gereğince yaşayamaz, eşinizi de kendinizi de yıpratırsınız.
Ne ve nerede olursa olsun beraberliğiniz değil miydi önemli olan? Bırakın her şeyi, baş başa bu tatilinizin yani Balayınızın tadını çıkartın! İyi eğlenceler…

Neslihan Şadan BAĞDİKEN

3 Haziran 2017 Cumartesi

Kadınlar Ne İster?


Kadınlar ne ister?


Bakmayın siz erkeğin işte-güçte, araştırmada, icat yapmada, uzaya çıkmada, 100mt’ rekoru kırmada, en ağırı kaldırmada vb tüm alanlarda sergilediği savaş ve çabasına. O gündelik işleri ile ne kadar çok uğraşıyor ve yoğun görünse de Âdem’den beri en büyük derdi ve hedefi biz kadınların ne istediğini çözmek ve anlamaktır. Hala da bunu tam olarak başaramadığı için kafayı da yeme noktasındadır ama dedik ya serde erkeklik var, o başka uğraşlarda göstermeye çalışır kendini. Ama şöyle bir bakın satır aralarına, en büyük liderlerin, imparatorların, mucitlerin, filozofların ve bilim adamlarının sözleri arasında mutlaka ama mutlaka “Kadın”la ilgili bir cümle bulursunuz. En büyük problemleri çözenleri bile kadını anlamakta ve çözmekte başarılı olamamaktan yakınmıştır. Eh insanın bilindik davranışıdır; asıl hedef ve hayalini başaramadığı zamanlarda kendini başka uğraşlara verir, oyalanır. Dünyada bu kadar buluşun ve varılan teknolojik noktanın sebebi olmaktan gelin gurur duyalım biraz :)


Şimdi yanınızdaki adama bir kere daha bu gözle bakın. Dağları delmeye, tonları yerinden sökmeye hiç şüphe bırakmayan tavırlarının ve görüntüsünün arkasında nasıl da sizi çözmekte ve size ulaşmakta yolunu aydınlatacak problem ve soruların cevapları içinde boğuşup durmaktadır. Dedim ya belli etmez, edemez. Yaratılıştan bu yana en güçlü olduğunu savunan ve her durumda ispat etmeye çalışan bu cinsin zayıf kabul ettiği kadın karşısında çaresiz kaldığını kabul edip size soracağını mı sandınız? Ya da en büyük derdinin aslında bu olduğunu itiraf edeceğini? Yanılıyorsunuz.


Hadi biz de başka bir şey itiraf edelim: Biz kendimiz bile çoğu zaman ne istediğimizi biliyor muyuz? Kızmayın, durun ve birkaç saniye tarafsız olarak düşünün lütfen. Etrafınıza, arkadaşlarınıza bakın… Siz bile, belki ben de yaptık ve yapıyoruz bunları. Birini biliyorum mesela, yakın arkadaşım; eşi ona gitarla şarkılar çaldığı, şiirler okuduğu zaman “of kafamı şişirme tıngır tıngır, git odanda çal şunu” diyen birini. Gerçektir! Oysa çoğumuz böyle romantik bir adamı hayal etmez miyiz? Tam tersi çok romantik olan, şiirden, çiçekten börtü böcekten hoşlanan bir kadın yok mu etrafınızda ki yanındaki erkek bunların değil yakınından bin km ötesinden geçmez. E? Nasıl bir aradalar? “Kadın anlayış, romantizm ister” lafını kim söyledi o zaman? Bu meziyetin fersah fersah uzağında olan o adama âşık, yerlerde sürünen bu kadına ne diyeceğiz? Durum gerçekten zor hanımlar.


Ben, her zaman insan ilişkilerinin kuralları olmadığını ve istisnasız her kese göre farklı şartları olduğuna inanmışımdır. Yani teoride ideal erkeği oturup bir çay sohbetinde, kendi aramızda sıralayabiliriz maddeler halinde ama iş uygulamaya geldiğinde elimizdeki liste öyle bir hale gelir ki sanki az önce onu yazan bizler değilizdir. Olanlara şaşarız ama kalkar o çok bildiğimiz ve kolayımıza gelen cevabı verir kurtuluruz “Gönül bu…” Evet devreye kalp girdiğinde bilindik bütün kurallar temelinden sarsılır. Aklın hâkim olduğu dönemlerinizde çizdiğiniz kalıpların tam zıttı biri ile bulursunuz kendinizi. İşte erkeğe dünyanın en çözülmez problemi görünmeye başladığınız anlara geliyoruz. Kendisine deliler gibi âşık bu kadının, aynı zamanda nasıl olup da sürekli bir şeyler isteyen, şikâyet eden birine dönüştüğünü anlayamaz. Çünkü bilmez, kalbine yenik düşen kadın aklı ile savaş vermektedir… Erkeğin her haline razı “gönül”, beklentileri olan akıl ile bulanır. Sadece akıl mı gönlü bulandırır? Asla! En büyük diğer etkenlerdendir çevre; arkadaşlar ve aile. Ona sürekli o adamı tanımadan önceki halini hatırlatır ve sorarlar “Ya sen nasıl bu adamla olabiliyorsun, onca prensibine ve söylediklerine rağmen?” Gönül bulanır, duygular karışır… O zaman da başlar adamımız sormaya, “Bu kadın ne istiyor?”

Kadınla erkeğin aralarındaki en önemli hatta belki de en büyük farklardan biri “tatmin” konusudur. Erkek sadece bir konuda tatmin olmakla yetinip, bunu hayatının diğer alanlarında motivasyon olarak kabul ederken. Kadının tatmin olması için onlarca koşulun bir araya gelmesi; aklının, yüreğinin, ruhunun, duygularının da doyurulması gerekir. Düşünsenize, sadece bir alanda başarılı olmak yeten biri ile yüzlerce, onlarca alanda aynı şeyi yakalama gerekliliği olan iki kişiden hangisi huzurlu, mutlu ve yakınmasızdır? Hangisi çözülmesi zor bir problem haline gelir? Bu yüzdendir ki şimdi hep beraber soruyoruz “Kadınlar ne ister?”
Dünya âlem de erkeklerin bu sorusuna hep beraber cevap vermeye çalışmış ve devam da ediyor binlerce yıldır. Biz kendi dönemimize bakalım. Edinburgh Üniversitesi Psikoloji Bölümü tarafından dünyanın dört bir yanındaki 6 bin 500 kadın ile yapılan araştırmada, kadınların erkeklerden ne beklediği sonunda bulunmuş(?) Araştırmanın liderliği üstlenen Prof. Dr. Richard Wiseman, "Aslında kadınların erkeklerden beklediği şeyler, para ile ölçülmüyor. (ki ben buna tamamen katılmıyorumJ) Çoğunun para ile ilgisi bile yok. Kadınların en çok istediği şey, erkeğin onları şaşırtması" diyor…Prof. Wiseman'a göre, erkeklerin yapması gereken 10 şey:
1 - Sevgilinizin gözünü kapatın ve ona bir sürpriz gösterin.

2- Ona söylemeden bir hafta sonu şehir dışında plan yapın.

3- Ona şarkı ya da şiir yazın.

4- Ona hayatınızda karşısına çıkan en güzel ve mükemmel kadın olduğunu söyleyin.

5- İşten yorgun argın geldiğinde, ona sıcak bir banyo hazırlayın.

6- Evin bazı yerlerine onun görebileceği şekilde aşk mesajları yazın.

7- Bir hafta sonu yatağına kahvaltı götürün.

8- Hava soğuk olduğunda, ceketinizi verin.

9- Ofisine çiçek gönderin.

10- Sevdiği şarkılardan bir CD hazırlayın.
Bu araştırmanın haricinde başka cevaplar da var fakat bunlar biraz daha esprili yaklaşımlar...

Diyor ki:

"Kadınlar, erkeklerin kendisine âşık olmasını ve bu âşkın ölünceye kadar sürmesini ister. Anlayış ister. Bu anlayışın ömür boyu sürmesini ister. Ömrü boyunca sürecek güzellik ister. 3. Dünya Savaşı bile çıksa, evlilik yıldönümü unutulmasın ister. Günün 8 saatini yatakta, 8 saatini kuaförde ve 8 saatini de alışverişte geçirmek ister. Dünyanın en güzel kadını olduğu cümlesininin dakikada bir söylenmesini ister. Kendisi için 1 milyon tane şiir yazılmasını ister. Doğurduktan sonra vücudu bozulmasın ister. Çok yemek fakat kilo almamak ister. Çiçek bakmaktan nefret eder ama kendisine sürekli çiçekler alınmasını ister. İlk öpüşme yıldönümünün de unutulmamasını ister. Saman altından okyanus yürütmek ister. Yere bakıp bir milyon tane yürek yakmak ister. Uğruna ölünsün, geberilsin ister. Uğruna gökteki ay yere indirilsin ve kendisine tepsi içinde ikram edilsin ister. Yenisini almak için, en yeni ayakkabılarının bile hemen eskimesini ister. Ütüyü de otomatik olarak yapacak bir makine icat edilsin ister. Bu olmazsa, bunu yapacak kocası olsun ister. 75 kilo bile olsa, bikini giymek ister. Tek tek basmak ve bade süzmek ister. Hâsılatı kocası, sarfiyatı kendisi yapsın ister. Etmese bile kocasına 'senin için saçımı süpürge ettim' demek ister. Kadın-erkek eşitliğini savunmakla birlikte hesabı erkek ödesin ister. Kadın-erkek eşitliğini savunmakla birlikte, askere hep erkekler gitsin ister. İstenmeyecek ne varsa tümünü ister."

Günümüzün kadınları büyükannelerinin hayal edebileceklerinden çok daha fazlasını başarmış durumda. Kadınlar politikada, uzayda, hayal edilebilecek her türlü mevkide yer almakta. Güçlü, bağımsız ve cinsel olarak da özgüler. Bu gelişimine rağmen, biz kadınların yine de hala kadın gibi davranılmaktan hoşnut olduğumuzu ve hala ara sıra şövalyeliği takdir ettiğimizi duyunca şaşırabilirsiniz. Bunlar klişe gibi görünse de, iyi davranılmak isteyen her hanımefendi de işe yarayacak ipuçlarıdır.

Milyonlarca yıldır temel hala aynı ve belki de çok da değişmedi? Değişen sadece koşullar, çevre ve teknoloji. Ama özünde kadın; sevilmek, beslenmek, bir aile kurmak, çocuk sahibi olmak, bakılmak ve sakınılmak istiyor. Bir de onu koruyacağına ve ihtiyaçlarını karşılayacağına inanarak seçtiği, evinin erkeğini başka bir kadına kaptırmamak. Ama dedik ya bahse konu olan “kadın” beyin ve duyguları bakımından erkekten çok farklı. Her ikisinin durumları ele alışları ve sonuca varışları arasında ciddi yöntem farkları var. Araştırma yaparken aşağıda bulduğum tanımlama esprili olduğu kadar da konunun özeti gibi geldi bana:


  1. Bir erkek doyduğu için kadından bıkar. Kadın ise doymadığı için erkeğinden sıkılır.

  2. Kadın erkeğin ona kul köle olmasını ister. Olunca da ondan nefret eder.

  3. Erkek ise kadının köle olmasını istemez. Olunca da onu sever.

  4. Erkekler deli gibi âşık olur ve zamanla akıllanırlar. Kadınlar ise akıllı gibi âşık olur ve zamanla delirirler!

Sizce burada konuyu çözdük, sorularımıza cevap bulduk ve her şeyi haletlik mi? Ne yazık ki hayır. Teoriler her zaman kolaydır, yazılır, çizilir, planlanır. Ama iş sahaya inmeye ve uygulamaya geldiğinde onlarca etken o teorileri altüst eder. Ne araştırma yapılırsa yapılsın, ne kadar cevap olursa olsun her insan kendi yapısı ve duygularınca hareket etmeye devam edecektir. Elinizdeki hiçbir cevap bir başkası üzerinde geçerli değildir ve olmayacaktır.

O halde, soruyu sormaya ve cevapları aramaya devam. Kadınlar ne ister?

Kolay gelsin.

Neslihan Şadan BAĞDİKEN

SESSİZLİĞİN

24.Nisan.2009 Beni, Bu sessizliğin çıldırtıyor en çok Bir çıkıp bir kayboluşun Kasımda buluta giren güneş gibi Üşütüyor yokluğu...