29 Haziran 2017 Perşembe

Her şey Kadınla başlar...şekillenir...evrilir...


Evet yazımın başlığı bu: "Kadın". Bu bir kelimenin yazıldığı beş harften çok daha fazla yer kaplayan daha büyük anlamlar içeren bir tanımdır aslında. Dünyayı, hayatı, yaradılışı, insanlığı, toplumları, öğretileri, kültürleri ve daha bir çok olguyu kapsayabilecek bir tanınmala beş harfe sığmaz ama onun ardındaki anlamı hepimiz biliriz. UNESCO'nun tanıtımlarından birinde şöyle der "Bir kızı eğitirseniz bir nesli eğitirsiniz" Nasıl? Çok büyük değil mi, iddialı, çok geniş, yüzyıllara yayılabilecek bir etki ve güçten söz ediyor. Bir kız gelecek koca bir nesli şekillendiriyor! Ne muazzam.! Peki yanlış mı? Asla! Ben, bu duruma ilk kitabımda biraz yer vermeye, vurgu yapmaya çalışmıştım. 

İlave etmeden geçemeyeceğim. Bir belgesel kanalında İsveç ile ilgili bir program izlemiştim. Kreşlerde ve okul öncesi eğitim veren kurumlarda çocuklara cinsiyet ayrımı yapmayan bir davranış biçimi ile hareket ediliyordu. Oyuncaklar, renkler, kıyafetler karma sunuluyor. Şu erkek işidir bu kız işidir benzeri bir dayatma asla yapılmıyor, seçim ve kullanım tamamen onların ilgi alanlarına bırakılıyordu. Sizce de bu dayatmaları biz başlatmıyor muyuz? "Erkek mavi kız pembe, erkek araba kız bebek...erkek sokakta kız mutfakta..." ve daha niceleri.

Kadına şiddet örneğin, en büyük dertlerimizden değil mi son yıllarda. Sizce nerede başlıyor şiddetin tarihi? Erkek bu hakkı(?) nereden buluyor kendinde? Kadın gelecekte kendi hemcinsine eziyet edecek türü büyütüp besliyor olabilir mi...ayrımında olmadan?!

İçinizdeki, O, Dünyayı değiştirecek, şekillendirecek Kadın'ın gücüne inanmanız ve farkına varmanız dileği ile ve tabii ki bu sihirli gücü gereği gibi kullanabilmeniz dileği ile aşağıda kitabımdan düşüncelerimi paylaşıyorum sizinle. 

"...ama seviyordum" kitabımdan bir bölüm: 

                           ***
Her zaman olduğu gibi en son annesi kalmıştı şimdi mutfakta. Kadına biçilen bu görev dünya kurulduğundan beri vardı herhalde? Neden kocası değil de o mutfaktaydı mesela? Böyle bir dağılıma kim karar veriyordu? Kurallar ne zaman ve nasıl konulmuştu? Çok az da olsa tersi bir örnek var mıydı acaba? Pek sanmıyordu. Kız çocuk belli bir yaştan itibaren evde anneye yardım eden, işleri öğrenen –ki bu kendi ailesini kuracağı zamanlara ilişkin ön bir eğitimdir- ama garip bir şekilde, geleceğinden endişe edilerek, kurslara, okullara gönderilen, bin bir stresle girdiği sınavı kazanırsa bir fakülteye kaydolan, okul ve eğitimler tamamlandıktan sonra işe giren, fakat ne olursa olsun tüm bunların önüne geçip hepsini silebilen tek bir olguya hazır olması beklenir: Evlenip, çoluk çocuk sahibi olmak, kocasına ve çocuklarına bakmak, yemeklerini ve ütülerini yapmak, onlar için bir düzeni devam ettirmek… Ve ne acıdır ki çoğu zamanda kocasının hatta çocuklarının kariyerine basamak olmak; kendini unutma ve benliğinden vazgeçme pahasına… Oysa ki hiçbir zaman bir erkekten beklenmez böyle şeyler… Oğlan çocuk evde kimseye yardım etmek, iş öğrenmek, ütü ve yemek yapmayı bilmek zorunda değildir. Daha o yıllarda annesinden hizmet almaya alıştırılarak büyütülür; her gün çamaşırları yıkanır, ütüleri yapılır, yemek tepside önüne gelir ve televizyon izlerken bir şeyler yer ayaklarını uzatıp… Evde kız kardeş varsa o da ona hizmetle yükümlüdür. O kızlar, “Belli ki baba kralın varisi bu küçük adama hizmet etmek için dünyaya geldik?” diye bile düşünmüşlerdir belki zaman zaman? Anneleri ile beraber hem evin reisi babalarına hem de onun küçük bir modeli olan diğer erkeğin hiçbir işe karışmadan, evin kadınlarından hizmet almaları bu dünyanın kuralıydı öyle ya?

Enteresan olan, bu kızlar ve kadınlar ileride evlenip eğer bir erkek çocuk sahibi olurlarsa, oğulları büyüdüğü ve yuva kurmaya karar verdiği zaman ona bu hizmeti sağlayabilecek kızları diliyorlardı Allah’tan. Hatta eğer gelinleri iş yapmaya, evde bir işçi olmaya karşı ve eşitlikten yana tiplerse “Ne bu canım, kim yetiştirmiş bunu böyle? Kadın dediğinin evinde görevleri vardır, ne demek ‘beni eve gündelikçi mi aldın? Ben de çalışıyorum, seninle aynı saatte hatta bazen daha geç işten eve geliyorum, yoruluyorum, benden evde de çalışmaya devam etmemi bekleyemezsin’ demiş çocuğuma geçen gün! Ne ütü ne yemek, aa bu ne canım?” diye dert yanıyorlardı ev sohbetlerinde.

Kendi ağabeylerine, babalarına öfke ile büyüyor, kocalarından hep aynı konularda dert yanıyor: Etrafa atılan kıyafetler, çoraplar, yemekten sonra kalkıp koltukta uyuklamalar, hiçbir işin ucundan tutmamalar, çocukla sadece oyun oynayıp, derslerine veya başka sorumluluklara çok aldırmayanlar… Kadın ruhuna hitap edemeyen, kaba saba diye tanımlananlar… Kariyeri uğruna kadını bunalıma bile sokabilen ki en doğal hakkı görür bunu… Yakınmalar aynıydı ama şikâyet eden o mağdur kadınlar kendi erkek çocuklarını yine onlardan, yani bu mutsuzluk kaynağı adamlardan birer tane olmak üzere yetiştirip, diğer zavallı kadınların başına, hizmet bekleyen ve elini hiçbir işe sürmeyecek efendiler olarak yollamaya da devam ediyorlardı… İstisnalar vardıysa da kaideyi bozacak kadar değildi henüz.

Şimdi kendisi de aynı şeyi yapmıyor muydu? Yusuf, odasında bilgisayarının başındayken Selen onunla beraber sofrayı topluyor, annesine yeterince yardım ettiğine inandığı anda ancak serbest kalabiliyordu. Küçüklüklerinden beri de böyle olmamış mıydı? Hep kız olduğunu ileri sürerek bir sürü kural ve kısıtlama ile yetiştirmemişler miydi kızlarını? Zaman zaman onlara karşı gelip “ya niye o da yardım etmiyor sana, ben niye hep evde bir şeyler yapmak zorundayım, ben ona niye su götürüyorum, kalkıp kendi alsın” deyip ayak direse de küçük kızları; “şshh kızım o senin abin ayıp, hem bunları öğrenmen lazım” diyerek susturmamışlar mıydı onu? Hep abisinin farkını ve ayrıcalığını hissetmemiş miydi biricik kızı? Babası neyse de bunu ona yapan annesi olarak o da bir kadın değil miydi işte?

Kendi cinsine dayatılan bu itaatkâr kadın olma durumunu kim, nerede ve ne zaman başlatmıştı ve kim değiştirebilecekti?
                          ***

Neslihan Şadan BAĞDİKEN
www.neslihanbagdiken@blogspot.com



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SESSİZLİĞİN

24.Nisan.2009 Beni, Bu sessizliğin çıldırtıyor en çok Bir çıkıp bir kayboluşun Kasımda buluta giren güneş gibi Üşütüyor yokluğun